İktidarın Özneyi Kurması (Öznenin Kurulması Ne Demek?)

Поділитися
Вставка
  • Опубліковано 25 сер 2024
  • Bu söyleşide Ferda Keskin çağdaş Fransız filozoflarından Foucault’nun özne ve öznellik yaklaşımını irdeliyor. Descartes'tla birlikte Batı düşüncesinde merkeze oturan özne ve bilinç felsefesi, daha sonra, Nietzsche ve Heidegger'in etkisiyle felsefede yeni bir düşünme biçimine dönüştürülmeye başlandı. 1960'lardan sonra Foucault'nun bu düşünme biçimini iktidar kavramıyla birlikte ele alması ve "antropolojizm" olarak adlandırdığı, insanı ve insan doğasını felsefi düşünce için çıkış noktası olarak alan yaklaşımı ile çağdaş felsefenin günümüzdeki ana eksenlerinden biri yaptı.
    ÖZNENİN KURULMASI NE DEMEK?:
    Öznenin özünü bir mutlak öze dayandırmadan, özneyi var eden koşulları, olgular bütününü bir öz olarak görüp, özneyi bu olgular bütünün var ettiğini düşünmektir. Pratikte gündelik hayattaki tabiri ile “Sizi siz yapan içinde bulunduğumuz ortamdır” görüşünün kendisidir. Günlük hayatta, “anasına bak kızını al”, “bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” gibi örneklerle köklü biçimde yerleşmiş olan bu bakış açısı, iş ekonomik ve politik konulara gelince özneyi onu var eden ortamdan yalıtıp değerlendirme eğilimine dönüşmekte.
    Karşımızdaki kişinin (ötekinin) bize aykırı gelen davranışları olduğunda, soğukkanlıyken, aslında bu kişinin ailesinde öyle gördüğü için, memleketinde öyle gelenekler olduğu için öyle davrandığını çok iyi biliriz. Soğukkanlıyken, bir çıkar ilişkisi söz konusu değilken bunun böyle olduğunu çok iyi biliriz ama ne zamanki ötekinden bir talebimiz olur ve alamazsak, ya da durum bizim çıkarlarımıza, dünya görüşümüze ters bir şeye dönüşürse işte o zaman tüm bu bildiklerimizi unutur, ötekini onu var eden ortamından soyutlayıp, ortamına yabancılaşmış bir nesneye dönüştürürüz (ötekileştirme*).
    İşte basit manada, özneyi, onu var eden olgular bütününden (ortamından) hiçbir zaman ayırmadan düşünmek ve değerlendirmek, öznenin aslında bu olgular tarafından kurulmuş (inşa olmuş) bir alan olduğunu düşünmektir. Öznenin çıktığı ortamı yok sayarsak, unutursak, bu alanın içi boşalmış olur. Bu kurulu alanın içini dolduran bu alanı ortaya çıkaran (kuran) olguların bizatihi kendileridir.
    Foucault (Fuko diye okunuyor) öznenin bu alanını kuran olguların ne olduğunu, nasıl yapılandıklarını derinlemesine araştıran bir filozoftur. Tüm felsefe tarihini de işin içine katarak yaptığı derin felsefi analiz ile kısaca “iktidar” ismini verdiği, toplumdaki gelenekler, inançlar, devlet yapısı gibi tüm kurumsal yapıların ve toplumsal normların bu alanı nasıl belirlediğini çözümlemiştir. Felsefi açıdan, teknik olarak özne dediğimiz şey bu alandan ibarettir, başka bir şey değildir. Alanın içinde, alanı kuran olgulardan başka bir şey yoktur. Biz bu alana özne diyoruz. Ortamdan ve olgulardan soyutlarsak öznenin içi boştur, boş bir alandan başka bir şey değildir.
    ( * Ötekileştirme terimi bazen doğru anlaşılmıyor. Ötekileştirme, yukarıda da değindiğimiz gibi, diğerini, onu var eden olgulardan, bağlamından koparıp, mutlak bir "özne" olarak görme eğilimidir. Fakat bu "bağlamından kopuk özne olarak görme" aslında ötekini nesne konumuna indirgemek anlamına gelir. Oysa "olguların ortaya çıkardığı (kurduğu) özne" olarak düşününce, yani bağlamıyla beraber düşünüldüğünde, bu bağlam (olgular bütünü) aynı zamanda bizi de var eden olgular evrenine ait oldukları için, öteki dediğimiz "ben"nin başka bir bedende ortaya çıkmış halidir. Yani öteki "biz"in bir parçası. Dolayısıyla öteki demek "biz" demek aslında. Fakat diğerini ötekileştirip nesne konumuna indirgediğimizde, öteki, "ben" için her türlü ihtiyaca cevap verecek, pervasızca her türlü şiddet uygulanabilecek bir eşyaya dönüşmüş oluyor. İşte olguların oluşturduğu kümenin özneyi kurduğunu değilde, "özne" diye ayrıca mutlak bir özne, bir varlık tahayyül ettiğimizde, sonuçta kendimiz için kullanılacak bir araç, bir nesne var ediyoruz. Hiç acıma duymadan, etik bir kaygı hissetmeden her türlü kullanım hakkını kendimizde görebiliyoruz. Oysa "kurulu özneler" olarak ortaya çıkmadan önce, hepimiz olgular okyanusundaki potansiyellerden başka bir şey değiliz. Özne olarak ortaya çıktığımızda da aslında hepimiz bu okyanusun üzerindeki birer dalgayız sadece. Olgular okyanusu deyince de okyanusu bir varlık olarak algılamamak lazım. Sadece potansiyeller, sonsuz olasılıklar evreni kastediliyor. Bu bağlamda nesne ve özne ayrımda yok aslında, ama konuşurken mecburen kullanmak zorunda kalıyoruz. Özne nesne ayrımı canlı nesneyi cansız nesneden ayırmak için dilsel olarak kullanılan bir ayrım. )
    .

КОМЕНТАРІ • 14

  • @ozlemsacakc562
    @ozlemsacakc562 7 років тому +19

    Videolarınızın kalitesini ve ciddiyetini ve yaptığınız işe olan saygınızı takdir ediyorum.
    Foucault' u bir kaç ay önce sizin videolarınızla tanıdım. Geçengün Foucault'a yeniden gözattığımda daha onu tanımadan iki yıl önce yazdığım bir şiirin onun felsefesiyle çok paralel olduğunu farkettim.
    Şiirdeki kültür kelimesini , biyo-iktidarın dispositiflerle oluşturduğu toplum yapısı, ya da iktidar ve toplumu çevreliyen bir atmosfer,olarak düşünebiliriz
    ZEN VE ANARŞİ
    Tanrı'yı sevmek bir kültürdür.
    Ya da liberal bir bakan olmak
    Muhalif bir gazeteci olmayı istemek bir kültürdür.
    Tamamen bir kültürdür eşcinsellerden korkmak
    Ya da Vietnam' da savaşmak
    Şeytanı yargılamak bir kültürdür
    Alkolle avunmak ya da başarı hedefli yaşamak
    Bir bilimkurgu filmi çekme hayali kurmak kültürdür
    Oburluk ve antidepresanlar !
    Sıradanlıktan kaçmak için seçilen kavramları
    fahişeleştirmek de bir kültürdür.
    Mafya, çeteleşme, gettolaşma ve grup terapileri
    Hepsi bir kültürdür sonunda
    Erdemler kültürdür , kültür cesetleri.
    Evrimleşmiş bir despotizmdir kültür.
    Foucault 'un sözünü ettiği biyo-iktidar bence modern toplumun iç dinamiğidir.Kendi evrimsel süreci içinde geldiği bir aşamadır, bir şekillenmedir.
    Ve insana kimlikler vererek(özneleştirerek) kısıtladığı da bir gerçek. Bizi yöneten ve yönlendiren şeyleri sanki birer özgürlük kaynağıymış gibi algılıyoruz Kültürü şekil değiştirmiş bir despotizm olarak görüşüm bu yüzden.

    • @PANDORAFELSEFE
      @PANDORAFELSEFE  7 років тому +5

      Teşekkürler :) Tespitlerinize katılıyorum.
      Hegel tarihsel tin demişti, sonra kültür dedik, biyo-iktidar dedik. Aslında bence hepsi aynı kapıya çıkıyor. İnsanın yapıp ettikleri, yani eylemleri. Nasıl biyolojik bir evrimden söz ediyorsak, insanın yapıp ettiklerinin de, bir sonraki nesillere gelenekler, kurumlar, bilim, teknoloji şeklinde devrolarak ilerlediği, başka bir evrimden de söz edebiliriz. Bu öyle bir süreç ki, insanın ateşi ve bir taşı keskin bir alet olarak kullanmayı öğrenmesiyle başlayan (daha gerisine gitmiyorum), insanın eylemlerinin, aynı zamanda kendi aklının da daha da gelişmesi üzerine etki etmesiyle ilerleyen, karşılıklı bir etkileşim süreci. Yani teknolojiyi geliştirdikçe aklı daha da gelişmiş, aklı geliştikçe teknolojiyi de bir adım öteye taşımış. Burada akıl ve eylem arasında bir birini besleyen dinamik bir süreçten bahsediyoruz. Bu dinamik süreç gelenekleri, inançları, kurumları ortaya çıkarmış, şekillendirmiş. Bu sürece ister tin diyelim, ister kültür, ister biyo-iktidar, kültürün özneyi bu sürecin dinamikleri doğrultunda, içinde bulunulan çağa ve nesillere göre kurması kadar doğal bir şey olamaz. Focoult’ta özellikle bunun üzerinde duruyordu. Felsefede, “insan kendi yapıp ettiklerinin bir ürünüdür” denir. Bu çok güzel bir tanım.
      Bütün gün avının peşinde koşan, ya da meyve toplamak için dolaşmak zorunda kalan bir hayvanda bu mümkün olmazdı. Ateş sayesinde yiyeceği pişirebilmek, aletler sayesinde daha çok hayvanı kısa sürede avlayabilmek, daha az çaba ile birim zamanda alınan kalori ve protein miktarını çoğalttı. Buda kalan zamanda aklı daha da geliştirecek eylemlerin önünü açtı. Tabi aynı zamanda alınan protein ve kalori miktarının artması da biyolojik olarak beynin daha da gelişmesini sağladı. İnsan beyni vücut ağırlığının yaklaşık % 3’ü iken enerjinin % 20’sini tüketir. Beyin, insanda en çok enerji tüketen organdır. Buda insanın kültürel bir evrimin ürünü olduğunun en güzel kanıtıdır. Tabi bu noktaya gelebilmesi milyonlarca yıl sürdü.
      Aristoteles, bu gün ismine kültür dediğimiz bu evrimin itici gücüne techne (teknik) demişti. Bunun tanımını da: “gerçeğin ortaya konuluşunun bilgi ve becerisi” şeklinde yapmış. Yani onun tabiriyle teknik beceri praksis’inde (eylemde) ortaya çıkan gerçek (hakikat) diyebiliriz. İnsanın techne’yi kavrayabilmesine, içselleştirebilmesine de “episteme” demiş. İnsan dışı bilgi ile insana ait bilgiyi bir birinden ayırmış. Teknik beceri, insan dışı bilginin, insan bedeninde zuhur bulmuş hali iken bu beceri ile girdiği dinamik ilişki (diyalektik) insana ait bilginin ortaya çıkmasını sağlıyor (episteme). Yani, insanın kendi yapıp ettikleriyle girdiği ilişki, kendi varoluşunu ortaya çıkartıyor derken, aslında tekniğin insan bedeni üzerinden insanın varoluşunu ortaya çıkardığını söylemiş oluyoruz. Daha o tarihte Aristoteles’in tanımladığı bu var oluş biçimini, Foucault’ta kurumlar, gelenekler gibi kültürel yapıların, insan bedeni üzerinden özneyi kurması şeklinde tanımlarken, aslında tekniğin, modern çağda zuhur bulmuş hali olan, bu yapılar üzerinden, insanın varoluşunun gerçekleşmesinden bahsetmiş oluyor.
      Burada yeniden vurgulamakta ve biraz daha açmakta fayda olan iki ayrı konu var. Birincisi “techne” diye tanımlanan, Logos’un tarih içindeki evrimsel yolculuğu. Aslında “Logos” tekniğin zamandan muaf hali. Yani nesnede gömülü olan mantık. Biz ancak zaman faktörü söz konusu olduğunda ortaya çıkan canlılar olduğumuz için Logos’u ancak “techne” olarak tanımlayabiliriz. Nesnede gömülü olan mantık, insan eyleminde (yapıp ettiklerinde) teknik (techne) olarak ortaya çıkıyor. Yani kültürün dinamiği, itici gücü olarak. Aristoteles’in “episteme” dediği de zamandan muaf olan Logos’un, teknik vasıtasıyla (zaman faktörüyle) canlı organizmaya nüfus etmesi hali, yani “DNA”.
      İkinci yeniden vurgulanması ve daha net açığa çıkarılması gereken konu ise; “techne” ve “episteme” birlikteliği, zaman faktörü devreye girince, adına bilinç (düşünce) değimiz, canlı organizmada Logos’un yaşam bulmuş halinin, artık DNA sayesinde ortaya çıkmasına mümkün oluyor olması. Zaman faktörü devrede olmayınca “techne” ve “episteme” olarak ayrı ayrı olan potansiyel (potente), zaman faktörü ortaya çıkınca bilinç dediğimiz, canlı nesnedeki akış (işleyiş) ortaya çıkıyor. Bence Heidegger “Zaman ve Varlık” eserinde, özünde bunu anlatıyor.
      Sizin kullandığınız terimlerle, daha basitçe söylersek; fizik yasaları (kuvvetleri) bir dirençle karşılaştıklarında, bu dirence neden olan zemin üzerinde bıraktıkları izler (çentikler), bu yasaların içinde barındırdıkları Logos’un, zemin üzerinde bilinç (akıl) dediğimiz şeyin ortaya çıkmasına neden oluyor. Akıl, fizik yasalarının ete-kemiğe bürünmüş hali. Bu zemini (bedeni) de ortaya çıkaran yine bu yasalar olduğu için, yani nesnedeki mantık artık DNA ya aktarıldığından, fizik kuvvetlerinin karşılaştıkları direnç, artık aynı havanın bir flütün içinden geçip dışarı çıktığında melodiye dönüşmesi gibi, insan ruhu dediğimiz senfoniye dönüşüyor (hormonlar senfonisi). Bu yüzdendir ki, duyduğumuz bir melodi bilimsel olarak tarif edilmesi mümkün olmayan biçimde direk ruhumuza etki edebiliyor. Bu yüzden bilimsel açıklaması yok. Artık bu boyut ruhların boyutu, yani melodilerin boyutu, sizin kompozisyon dediğiniz tümelliklerin (estetiğin) boyutu. Çünkü, aslında insan ruhu burada direk kendinin saf haliyle karşılaşıyor.
      Bu açıdan bakarsak aslında “ruhlar alemi” diye bir şeyden söz edebiliriz. Bu alem kompozisyonlar, melodiler evreni. Özneyi tanımlarken, olguların oluşturduğu “içi boş alan” diye tanımladığımız alanın içi, bu açıdan bakarsak boş değil aslında. Bu alan, bu melodiler (kompozisyonlar) evrenin bir parçası. Yani “ruhlar aleminin” bir parçası. Bu alana kuvvet etki edince aynı bir flütten çıkan ses gibi melodi ortaya çıkıyor. Adına ruh dediğimiz “kompozisyon” ortaya çıkıyor. Bu manda da kültüre de (tin), tüm ruhların birlikteliğinin oluşturduğu senfoni diyebiliriz. Tek tek melodiler bu senfoninin parçasıyken, aynı zamanda senfoniyi ortaya çıkaran parçalar (tikeller) anlamına da geliyorlar.
      Heidegger’de “insan dirençtir” derken tüm bu oluşu kastediyordu diye düşünüyorum.

    • @PANDORAFELSEFE
      @PANDORAFELSEFE  7 років тому +1

      Şimdi tüm bunları biraz daha bilimsel dille toparlarsak: nesnede gömülü olan mantık (Logos), zaten “techne”nin “episteme” ile arasındaki ilişkinin dondurulmuş (zamandan muaf) hali. Yani ismine determinizm dediğimiz neden sonuç ardışıklığının, zamandan muaf hali. Bu gün bilim buna kaostaki düzen diye, olasılıklar evrenini kastediyor. Yine Aristoteles’in terimiyle söylersek, “potente” (potansiyel). Neden sonuç akışı aslında zamandan muaf olursa tersine işliyor (kuantum fiziği). Sonuç nedenden önce geliyor. Çünkü her bir sonuç bir sonraki sonucun nedeni olduğundan aslında sonuç diye bir şey yok. Ya da terside geçerli, neden sonuçtan sonra geliyor. Her bir neden bir önceki nedenin sonucu olduğundan neden diye bir şey yok. Bu tez-antitez-sentez kavramı içinde geçerli. Aslında ortada sadece olgular var. Neden, sonuç, tez, sentez gibi kavramlar insanın dilde yarattığı yapay kavramlar. Sadece olguların peşi sıralığı (ardışıklığı) var. Buna da biz insan dilinde zaten “zaman” diyoruz.
      Normalde “zaman” kuantum fiziğinde olmayan bir şey. İnsan devreye girince, klasik fiziğe göre düşünebildiğinden (canlı olduğu için) ardışıklığı zaman olarak algılıyor. Oysa kuantum fiziğinde ardışıklık (determinizm) farklı işliyor. Örneğin elektron aynı anda her yerde. Ardışıklık dediğimiz şey potansiyele (potente) dönüşmüş vaziyette. Canlılığın ortaya çıktığı klasik fizik yasalarında ise potansiyel, determinizme çökmüş oluyor.
      Klasik felsefenin en büyük açmazı, temeli kuantum fiziği olan evreni, klasik fiziğin yasalarına göre anlamaya ve değerlendirmeye çalışması. çalışmasında. Bu şekilde düşünce üretince doğal olarak dikotomiye (ikircikliğe) gelip tıkanıyor. “Diyalektik” diye kavramlar üretse de, bunlar dilsel kavramlar oluyor. Dilsel olanı bilimsel olana, güncel olana indirgeyince bu kavramlar çöküyor. Neticede ikiliği asla tekliğe indirgeyecek felsefi bir kuram, bakış açısı üretemiyor. Çünkü teklik ölü bölgede, nesneler dünyasında. Canlılığın olduğu alanda yani zaman kavramının zorunlu olduğu bölgede bir canlı gibi düşünmeye devam ederek, ölü bölge için geçerli bir kavramı üretemeyiz.
      Dolayısıyla düşünüş biçiminin değiştirilmesi lazım. İşte bu yüzden, bence bunun farkına varan Husserl fenomenolojiyi felsefe yerine önermiş ( ua-cam.com/video/9AO6pciIpQk/v-deo.html ). Fenomenoloji bir felsefe akımı değil, bir yöntem, yani düşünüş metodu. Fenomenolojik yöntemle klasik felsefe yeniden ele alınınca ancak bir sonuç almak mümkün. Zaten Husserl’in öğrencisi Heidegger’den itibaren, Foucault’ta dahil gelen büyük filozofların çoğu bunu el yordamıyla deneyerek ilerlemişler ama bilimsel veri fenomenolojik yönteme eşlik etmeyince doğal olarak bir süre sonra metafiziğe yeninde saplanmak kaçınılmaz oluyor.
      Şimdi artık kötülük problemine gelirsek, yani sizinde belirttiğiniz gibi, zorunlu olarak özne kurulmadan (kişilik oluşmadan) canlılık olamayacağından, bu kurulumun bir parçası olan hayata kalma dürtüsünün bir yansıması olan kapitalizmi (kötülüğü) daha baştan bu varoluşun bir parçası olarak kabul etmemiz gerekiyor. Hannah Arendt’in de dediği gibi ( ua-cam.com/video/Ly9d7vk_V1Q/v-deo.html ), kötülüğü inançlar ve gelenekler ile yücelterek günlük yaşamda devamlı meşrulaştırıyoruz. Arendt bunu çok iyi tespit etmiş ve tanımlamış.
      Varoluşu tanrısallığa bağladığınızda, kötülüğü zaten artık yenemeyeceğiniz bir konuma getirmiş oluyorsunuz. Oysa varoluşu biyolojiye bağladığınızda, kötülük bir tür biyolojik defo konumuna iner. Bunun da çaresi çok basit, bu biyolojik temellendirmeyi göz önüne alan yasalar, toplumsal normlar ve etik geliştirirsiniz. Böylece sorunu en fazla bir iki nesil içinde çözesiniz. Bunun siyasi olarak karşılığı “nörobilim temelli komünizm”. Yani kapitalizm gerçeğini ret etmeyen ve buna göre önlemlerin alındığı, üretimin tamamen makinelerde olduğu, para kavramının kaldırıldığı, tam bir teknolojik otomasyona geçildiği, sosyalist bir sistem.
      Aksi taktirde Foucault’un tanımladığı gibi , kültürel yapıların yönlendiricilerinin (iktidarın), kaçınılmaz olarak kendi amaçları doğrultusunda kurulumları ve geleneği dizayn etmeye devam etmeleri sonucunda, kötülük (kapitalizm) her zaman galip gelmeye devam edecektir. Aristoteles’ten beri bir çok filozofun farklı farklı dile getirmeye çalıştığı hakikat bu aslında. Fakat, en iyi Louis Althusser’in tanımlayıp, dile getirdiği gibi “ideoloji hakikatten önce geliyor”, ideolojiyi baskılamadıkça, felsefenin hakikati apaçık sergilemesi imkansız. Bunu yapmaya kalkınca adamı canlı canlı yakıyorlar. Hala hiç bir şey değişmedi.
      Fakat artık günümüzde başka türlü bir tehlike belirdi. Heidegger’in de özellikle “tekhne” terimiyle üzerinde ısrarla durduğu gibi, tekniğin teknoloji vasıtasıyla kazandığı bağımsızlık öyle boyutlara gelebilir ki, “kötülük” bir daha asla yenilemez biçimde yeryüzüne hakim olabilir. Heidegger’in tabiriyle, “hakikat bir daha asla yüzünü göstermeyecek biçimde yerin derinliklerine inebilir”. Günümüzde bizi bekleyen asıl büyük tehlike burada, kapitalizmin yeni formu, “neoliberalizm” denen illet bunu adım adım gerçekleştirmeye başladı. Teknolojiyi kendi amaçları doğrultusunda kontrol ederek bunu yapıyor, bu kontrol sonucu makineler bağımsız makineleri tam otomasyonla üretmeye başladığında, artık kapitalizmin insana ihtiyacı kalmayacak. Bu noktada iktidarda olanlar tarihi artık dondurabilirler. Bu noktaya gelmeden önce iktidar kavramında radikal bir değişikliğe gitmek gerekiyor...
      Sayenizde yine bir toparlama yapabildim. Ama bu sefer biraz fazla geniş çaplı oldu galiba :)

    • @PANDORAFELSEFE
      @PANDORAFELSEFE  7 років тому +2

      Diğer kanala yukarıdaki konuyla ilgili yeni bir video eklemiştim: ua-cam.com/video/Umt4hl6Vu_c/v-deo.html , bundan bahsetmeyi unuttum.
      Şimdi bu konuştuğumuz tin, kültür, biyo-iktidar gibi insanın yapıp ettiklerinin ve çevreyle etkileşiminin özneyi kurduğu ve özneyle etkileşime geçtiğinin fiziksel bir karşılığı, bir zemini var. Bu zemin ismine “nöroplastisite” denen, beynimizin sinir ağı haritası oluşturma fonksiyonu. Bu harita, nöron ismi verilen beyindeki sinir hücrelerinin bir birbirleriyle kurduğu bağlantılardan oluşuyor. Bu bağlantılar öğrenmeyle ilgili işlev sonucu kuruluyor. Öğrenme fiziksel olarak bu bağların kurulmasıyla oluşan bir matriks. Yani bilgi beyinde nasıl depolanıyor, nasıl biyolojik yapıda anlam kazanıyor sorusunun cevabı, kabaca, bir nöronun başka bir nörona aynı ağaç dalları gibi dallar uzatarak ortaya bir desen çıkarmasıyla oluyor denilebilir.
      Bu bağlantıların niceliği ve niteliği benlik dediğimiz zihinsel öznelliğimizi ortaya çıkarıyor. Zihnin tüm işleyişi bu bağlantılar üzerinde gerçekleşiyor. Hücrenin direk kendisinden ziyade, çevresindeki hücrelerle kurduğu bu ağ, akışın (işleyişin) karakterini belirliyor (yeni bir bilgi öğrenince nöron sayısı artmıyor, yeni bağlantılar gelişiyor). Bir nöron 50.000 ile 250.000 arası nöronla bağlantı oluşturabilir. Beynimizde 100 milyara yakın nöron olduğu düşünülürse, oluşan ağın karmaşıklığı ve ortaya çıkan fonksiyonalite, zihin dediğimiz fenomenin ortaya çıkması için yeterli bir fiziksel zeminin var olduğunu gösteriyor. Bebek ilk doğduğunda beynindeki nöronlar arası ağ en üst seviyede hazır kurulmuş olarak doğuyor. İki yaşına kadar çevresiyle girdiği etkileşimde kullanılan bağlantılar kalırken, kullanılmayanlar yok oluyor. Böylece, ortaya aynı bir heykeltıraşın taşı yontmasıyla heykeli ortaya çıkartması gibi benlik (kişilik) çıkmaya başlıyor. Yani kültür (tin) yontma işlemine, doğar doğmaz, anne vasıtasıyla başlamış oluyor. 2 yaşından sonra ise yeni bir bilgi öğrenme gerçekleştiğinde sıfırdan yeni bağlantılar oluşturuluyor. Buda yontma işlevinin tersinse, kilden heykel yapmak gibi, sıvama işlemi gibi. Ama bu sırada yine kullanılmayan bağlantıların kaybolmaya işlevi devam ediyor. Bu böyle, ölünceye kadar devam ediyor.
      Özne dediğimiz bu dinamik, sürekli değişim içinde olan ve ismine nöroplastisite denen özellik (fonksiyon). Aslında “özne” deyince, beynin sinir ağı haritasının bir özelliğine, jenerik durumuna işaret ediyoruz bir bakıma (soyut bir duruma işaret ediyoruz). “Benlik” (kişilik) ise bu ağın bir harita gibi özelleşmiş hali. “Ben” ise beyin ön korteksinin bu haritanın (matriksin) farkında olma durumu, algılama durumu (korteksin kendide bir matriks tabi ki). Böyle bakınca aslında ruh ismini verebileceğimiz bir özden bahsedebiliriz. Ama bu ruh bedenden ayrı bir varlık falan değil. Ruh algının bizatihi kendisi. Daha da detaylı söylersek; ruh, “algı” ismini verdiğimiz, dinamik değişkenlerden oluşan nöral ağdaki akışın (işleyişin), yine bu nöral ağın kendisi tarafından duyumsanması durumu.
      Şimdi felsefede bahsettiğimiz tüm bu; tin, kültür, biyo-iktidar, öz, töz, özne, kavram ve hatta ruh gibi soyut gibi gözüken terimlerin aslında bu nöral ağda bir karşılığı var. Bu nöral ağın oluşturduğu bütünsel bir dünya var. Bizim bilinçli olarak kontrol edemeyeceğimiz kendi bir donanımsal işleyiş sistemi, yazılımsal (algoritmik) işleyiş sistemi, matematiği falan var. Neticede geneli itibarıyla biyolojik temelli bir bilgi işlem (bilişim) sistemi. Burası aslında temsillerin simulasyonu kurduğu (Matrix Dünyası) ya da Platon’nun idealar dünyasının fiziksel olarak gerçekleştiği dünya. “Bilinç dışı” denen bu yer beynimizin bu temel alt yapısı. Korteks devreye girse de girmese de bu alt yapı devamlı çalışır vaziyette. Ancak ölüm anında susuyor. Felç, koma gibi durumlarda bile temel işlevler için sürekli aktif.
      Bizim yanlış bildiğimiz, kültürel olarak yerleşmiş yanlış kanı; örneğin üzüldüğümüz için ağladığımız şeklindedir. Oysa biz ağladığımız için üzülürüz. Ya da bir şeyi seçerken istediğimiz için seçtiğimizi sanırız, oysa seçtiğimiz için isteriz. Bu alt yapıda işlem gerçekleştikten sonra bilinçliliğin olduğu ön kortekse veri gider. Yani karar vermek diye bir kavram yok aslında. Zaten olup bitmiş olana sahiplenip, ismine “benim kararım” diyen bir ön korteks (ego) var.
      Tüm bunlar bizi robot yapmaz ya da felsefeyi öldürmez. Tam tersine aslında metafizik dediğimiz, ruh, inançlar, idealar dünyasının gerçekte ne olduğunu açıklar ve de gerçekten var olduğunu bize gösterir. Tüm bunları bilimsel olarak açıklayınca, hayat tatsız tuzsuz olmaz. Bu sistemin nasıl işlediğini biliyor olmak duyguları ortadan kaldırmıyor ki, hormonlar hala devrede. Aşk hala var, ölüm hala var. Hatta alsında aşk diye, arzu diye soyut şeylerin somut varlığı kanıtlanmış oluyor böyle bakınca. Aşk insanın kendi bilinçli icadı olmadığı, bilinç dışından öznenin bir var oluş şekli olarak gelip, geçici bir duygu bile olsa yine de tüm gerçekliği ile bedeni ele geçirdiği tasdiklenmiş oluyor. Bundan daha muhteşem ne olabilir ki.
      Aslında sistemin nasıl işlediğini bilmek tam tersi bizi biz yapanların net farkına varmamızı ve parazitleri daha rahat temizleyip tamamen bizi biz yapanlara odaklanıp yaşamı daha keyifli yaşamamızı sağlar. Bu doğrultuda toplumsal düzenlemeler yaptığımızda, para kavramını, çalışma kavramını ortadan kaldırıp, teknolojiyi artık sadece yaşamdan keyif almak için kullandığımızda önceden cennette yaşamak dediğimiz, rüyada yaşamak değimiz yaşamı bu dünyada kurabiliriz. Öteki dünya umudundan insanlık vazgeçip bunu yapabilir. Bu materyalist varoluş şekli tam tersine bize metafizik dünyanın kapılarının sonuna kadar açılmasına neden olabilir.
      (Sizin şiirlerinizden hissettiğim en büyük etki, ilk defa karşılaştığım, bilimsel temele dayanan saf bir materyalizmin şiirsel olarak ta ifade edilebileceği duygusuydu. Metafiziğe materyalist bir yaklaşım için cesaret veriyor. Ya da tersi denilebilir, materyalizmi metafizik olarak ifade etme cesareti. Bu çok ilham verici oldu. Bunun için binlerce kez teşekkürler...)

    • @ozlemsacakc562
      @ozlemsacakc562 7 років тому +5

      Yazdığınız şeyler için ve yazarken harcadığınız zaman için çok teşekkür ederim.
      Kültürel evrimi , onun kendi kendini nasıl şekillendirdiğini ve beslediğini ve bunun insan varolduğu sürece devam edeceğini , medeniyet hangi seviyeye gelirse gelsin devam edeceğini ve bunun doğal bir süreç (işleyiş ) olduğunu anlıyorum. Hatta ben buna bir çeşit entropi gözüyle bile bakabilirim. Tekrarsız ve geri dönüşsüz bir şekilde ileriye doğru şekillenme ya da açılma
      Bir maymun, beyin gelişiminin %70'ini tamamlamış olarak doğar. İnsan ise sadece %30. Geri kalan kısım ana rahmi gibi izole bir yerde değil , zengin uyarıcılarla dolu bir dış çevrede şekillendiği ve tamamlandığı için insan beyni maymun beyninden daha gelişmiş
      . Nesnede gömülü mantık ifadeniz gerçekten çok hoşuma gitti çünkü ben insandaki herşeyi fizik yasalarının bir uzantısı olarak görüyorum. Ve özgür iradeye inanmıyorum. Uzun ve kısa süreli belleğimiz şekillenirken(oluşurken) beyin hatırlamayı kolaylaştırmak için bazı metotlar geliştirmiş. Kategorize etme, eşleştirme, sıraya sokma, periyotlar ve örüntüler oluşturma vb gibi. Bunlar bizim düşünce üretmemizi sağlayan şeyler . Bu otomatik yapılanma , a priori bilgilerin otomatik olarak oluştuğu ve bilgi üretmemizi sağlayan bir temel. 4 rakamının 3'ten daha büyük olduğunu bu sayede biliyoruz.. Yanyana duran 4 kedinin yanyana duran 3 kediden daha çok olarak görmemizi sağlıyor. Logosun burada gömülü olduğunu , zaman ve mekan algımızın burdaa oluşturulduğunu ve matematik yapmamızı mümkün kılan yerin bu temel olduğunu düşünüyorum. Logosun, Farabi'nin değimi ile 'makul olanı seçme' nin bir çeşit algoritma olduğunu düşünüyorum.
      Ruhun maddeden bağımsız bir şey olduğu düşünülür. Oysa manzaranın ruhu, dönemin ruhu, zamanın ruhu, mekanın ruhu dediğimizde ruhu , maddede olan ve maddesiz olamayan bir şeymiş gibi düşünebiliriz.
      Senfoni benzetmesini beğendim. Yıllar önce , 'bir okyanusun içsel dengesizliği evrenle uyumlu bir senfoni gibidir' diye yazmıştım. Tabi burada evren sosyal ya da kültürel evreni , okyanus da ben'i temsil ediyor. Uyumsuzluk , sisteme karşı bir başkaldırı değil , sistemin mükemmel çalıştığını gösteren bir kanıttır. Sonuçta ben de Hitler de , Nietzsche de koşulların birer ürünüyüz. Ve sizin de belirttiğiniz gibi tüm ürünlerin arasındaki toplam etkileşim de yine koşulları oluşturmakta.
      Yine bir kaç yıl önce ' Kaos tüm doğruların toplamıdır' diye yazmıştım. Hatta bazen bilinci ya da benliği elektrona benzetim, elektron gibi davrandığını ve evrenle girişim deseni oluşturduğunu. düşünmüştüm. Kaosu , evrenin kusursuzca çalışmasını sağlayan bir sistem elemanı olarak görebiliriz belki de.
      Yazmak istediklerimi sizin kadar başarılı bir şekilde toparlayıp sınırlandıramıyorum. . Tüm yazdıklarınızı ikişer kez okudum. Tekrar teşekkür ederim
      İnsanlık tarihi boyunca insanların tüm davranışlarına yön veren 4 eksen olmuştur.Tüm eylemlerimize sebep olan 4 motivasyon
      1- Doğmakla ölmek arasında geçirilen süreyi nasıl en az sorun yaşayarak geçirebiliriz?
      2- Bu süreci nasıl en eğlenceli hale getirebiliriz?
      3- Bu süreci nasıl en anlamlı hale getirebiliriz?
      4- Ölümü ne kadar erteleyebiliriz? ( Bu süreci ne kadar uzatabiliriz)
      Sonuç: Günümüz medeniyeti.
      Şimdi biz bir yandan bu medeniyeti ayakta tutmaya , geliştirmeye , medeniyetin kendisinin yarattığı sorunları çözmeye çalışıyor, bir yandan onun getirdiği nimetlerden faydalanıyor, bir yandan da onun nerden nereye nasıl geldiğini
      ( tarihselliğini) sorguluyoruz.Ve hayat sürecinin bundan ibaret olması üzüntü ve hayalkırıklığı yarattığı için , bütün bunların üstüne bir de varoluşçuluk felsefesi yapıyoruz.

    • @ozlemsacakc562
      @ozlemsacakc562 7 років тому +4

      İngilizcede kişilik anlamına gelen persona kelimesi latince kökenlidir ve latincedeki karşılığı maske demektir. Bu maske ikiyüzlülük, sahtelik anlamında değil , bir egoyu diğer egodan ayıran kimlik manasındadır. Maskelerin altında hepimiz aynıyız. Tüm egolar aynı işleyiş prensibine sahiptir.. İnsanlarda hayvanlarda olmayan sosyal-duygusal ve zihinsel dürtüler uygarlığın ve kültürün oluşmasına neden olmuştur. Uygarlık ve kültür de insanın persona (maske, kişilik) dediğimiz kısmını oluşturur ve şekillendirir. Ve sonra o maskenin bakışaçısından bakıp evreni yorumlamaya çalışırız. Bu maske bizi birbirimizden ayıran , bizi biz yapan şey gibi görünse de aslında sadece koşulların oluşturduğu bir varyasyonudur , bir örnektir.

  • @TubaVenusCetinbas
    @TubaVenusCetinbas 5 років тому +1

    Foucault üzerine dinlediğim en iyi, en akıcı, en sürükleyici, en kafa açıcı, bana göre en tatmin edici konuşma. Teşekkürler.

  • @nzlknk7567
    @nzlknk7567 5 років тому +1

    Michel Foucault merak ettigim biri...Tesekkurler..Devamini dilerim😍

  • @CokkkSacma
    @CokkkSacma 4 роки тому

    Çok teşekkürler. Tatmin edici bir konuşmaydı.

  • @veysibabayigit1668
    @veysibabayigit1668 4 роки тому +1

    Müthiş bir foucault analizi

  • @veysibabayigit1668
    @veysibabayigit1668 4 роки тому +1

    Özne değil öznel deneyimin öznesi konumuna gelmemizdir

  • @szlyn
    @szlyn 7 років тому +1

    klasik çağda deliliğin tarihi..

  • @azizeshow
    @azizeshow 6 років тому +1

    Ferda hocam su gibi berrak ve akıcı konuşuyor.