Felsefenin Sınırları ve Hakikat Arayışı
Вставка
- Опубліковано 7 лют 2025
- Ahmet Soysal bu söyleşide, felsefe tarihine bakıldığında hakikat arayışında üç sınırlama ile karşılaşıldığını anlatıyor. Birincisi üç büyük tek tanrılı dinin tarih içindeki etkisi, ikincisi bilimin sınırları ve bilimsel olanla felsefi olanın ayrımı ve üçüncüsü de insan bilimlerinin (sosyal bilimlerin) oluşturduğu sınır. Soysal, sınırları aşmak için sınırların ötesine nasıl bakılabiliriz konusunu araştırıyor.
Ahmet Soysal felsefenin Antik Yunan köklerinden uzaklaştığını, tarih içinde üç büyük dinin etkilerinin felsefeye nüfuz ettiğini anlatıyor. Bu yüzden, ilk çağlarda felsefi sorulara daha net cevaplarla ve söylemlere yaklaşılırken, zaman içinde felsefenin karmaşıklaştığını dile getiriyor. Soysal felsefenin Uzak Doğu ve Hint düşünceleriyle birlikte yeniden ele alınıp yeniden düşünülmesinin faydalı olabileceğini savunuyor. Hint ve Uzak Doğu düşünce öğretilerine sadece iyi yaşam öğretileri veya çok tanrılı dinlerin dinsel metinleri olarak bakmamak gerektiğini, Antik Yunan felsefesinde olduğu gibi mantığı merkeze alan yaklaşımlar da barındırdığını dile getiriyor. Soysal, felsefedeki sınırlamaları aşmak için Hint ve Uzak Doğu düşüncelerinden yararlanarak, felsefi sorunsalların çözümleri için üretilen argümanlara yeni açılımlar getirilebilir, destek olunabilir diyor.
Soysal felsefede ikinci sınırlama olan bilimin sınırları konusunda da, artık fizikte gelinen noktada, maddenin bileşenleri olarak, moleküler ve atom altı parçacık düzeyinde konuyu ele almak gerektiğini söylüyor. Tarih içinde ilerleyen bilim sayesinde, özellikle fizik alanında maddenin yapısıyla ilgili çok ilerleme kadedildiğini, ve bu yüzden sadece metafizik alanda değil, bilimsel verileri de göz önüne alan yeni bir felsefi yaklaşım gerektiğini vurguluyor. Böylece sınırlamaların aşılabileceğini belirtiyor.
Ahmet Soysal üçüncü sınırlama olarak sosyal bilimler dediğimiz insan bilimlerin getirdiği sınırlamadan bahsediyor. 19. yüzyılın ortasında bilimlerin karmaşıklaştığını ve bu yüzden felsefenin başından beri ele aldığı bazı soruları bu kez sosyal bilimler (sosyoloji) adı altında ayrı bir disiplin olarak ele alınmaya başlandığını belirtiyor. Soysal, “toplum” kavramını merkeze alan sosyoloji aslında felsefeden çıkan kavramları revize ederek, sosyoloji kavramlarına dönüştürüp, felsefeden kopuk biçimde yoluna devam ettiğini ve de bunun yeni bir sınırlama anlamına geldiğini anlatıyor.
Ahmet Soysal'ın bu söyleşide belirttiği bilimle ilgili yaklaşımlar zaten felsefede gündemde olan, bilinen eğilimler. Soysal'ın bu söyleşide gündeme getirdiği en büyük yenilik ise, Hint ve Uzak Doğu düşüncelerinin değerlendirilmesiyle ilgili yaklaşımlar. Söyleşiyi önceden dinlemeyen birisi, özellikle, Soysal'ın dile getirdiği Hint ve Uzak Doğu kökenli felsefi söylemlere, ilk başta, piyasadaki klasik “iyi yaşam” ve "kişisel gelişim" öğretileri olarak bakabilir. Fakat söyleşiyi dinledikten sonra, Soysal'ın verdiği bilgilerden bunun böyle olmadığı orya çıkıyor. Sonradan çok tanrılı dinlere dönüşen bu öğretiler, ilk çıkış kökenleri aslında mantık temelli felsefi soruşturmalara ve cevap arayışına dayanıyormuş. Bu söylemlerin ilk baştaki dönemlerinde, Antik Yunan’dakine benzer sorular ve yaklaşımlar varmış. Fakat daha sonra halkın dini ihtiyaçları için felsefi köklerinden koparılarak, gündelik yaşamda ibadet ve tapınma ihtiyacını karşılayacak dinlere dönüştürülmüşler.
Söyleşide İsmi Geçen Ahmet Soysal'ın Kitabı:
Nagarjuna'nın Düşüncesi
www.dr.com.tr/K...
.
.
Ahmet Soysal’ın bu videoda anlattıklarından çıkan en ilginç sonuç; Taoculuğun ve Budizm’in filizlendiği felsefenin temelindeki varlık anlayışının “boşluk” olması. Bu aynı, modern anlamda ilk Hegel’le başlayan, daha sonra Heidegger’de bir dönüm noktası yaşayıp “hiçlik” kavramına dönüşen ve daha sonra da postmodernizmde son halini alan “varlık olmayan varoluş” kavramının, yani “boşluk” kavramının yer alması gibi. Geçen hafta yayınlamaya başladığımız ve bu video ile sonuncusunu yayınladığımız “Çağdaş Felsefeyi Anlamak” isimli serimizin ana teması buydu. “Varoluş” nesnel temellere dayanmasına karşın, nesnel olan süreçler olmasına karşın, varoluşa “varlık” olarak bakmak, boşluk kavramını varlığın özü haline getiriyor. Yani öz olmayan bir özü tüm varlığın merkezine koymuş oluyoruz.
Nesnel olan süreçler sadece birer “süreç” olmaları gerekirken, insan zihni aslında bir akış demek olan süreci dondurup “mutlak öz” haline getirme eğilimine giriyor. Bu şekilde anlamak, algılamak isteği şiddetli bir toplumsal ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Zihinde bu ihtiyaca ayak uydurup süreci bir “süreç” (akış) olarak değil, “varlık” olarak algılıyor, algılamaya koşullanıyor. Buda önceki hafta yayınladığımız “Tarihselliğin Kurduğu Özne” isimli videoda Ömer Albayrak’ın dile getirdiği, Hegel’in “tarihsel tin” dediği insan dışı olanın, nesnenin içindeki potansiyelin (bilincin) filozoflar aracılığı ile dile gelmesini akla getiriyor.
Belli bir kültürel eşiğe ulaşan toplumlarda, aslında insan dışı bir özellik olan mantık (Logos), tarihsellik sayesinde insan bedeninde bilinç olarak ortaya çıkıyor, maddenin içindeki potansiyel canlı forma dönüşüyor. Ve biz buna “özne” diyoruz. Filozoflar aracılığı ile de ismine felsefe değimiz söylemle nesneleşiyor, kendini dile getiriyor. Nesnede mantık (Logos) olarak gömülü olan bilinç açığa çıkmış, canlanmış oluyor. Ama insanoğlu buna sahiplenip, kendine ait olduğunu iddia ediyor ve kendini evrenin merkeze yerleştiriyor.
Ahmet Soysal direk kendisi gündeme getirmedi ama dinleyicilerden gelen sorularla bugün felsefede bu yeni yaklaşıma “nesne merkezli ontoloji” (object oriented ontology) dendiğini öğreniyoruz.
(Bu yaklaşım Spinoza'nın doğayı merkeze koyan felsefesini ve tanrı anlayışını ne kadarda andırıyor. Oysa Spinoza'yı pagan olmakla ne kadarda eleştirmişlerdi.)
Yorumunuzu çok beğendim. . Konuyla ilgili sizinle aynı fikirde olduğumu biliyorsunuz. Aynı bakış açısından görüyorum. Özellikle nesnedeki mantığın insanda bilinç olarak belirdiği (şekillendiği) sözünüzü çok beğendim. Bilincimiz evreni çalıştıran prensiplerin bir uzantısı. Dolayısı ile kendimizden çok evrene ait bir varlığız. Varlık bile değil bir işleyişiz. .
Teşekkür ederim, beğendiğinize sevindim :) Aslında itiraf etmek gerekir ki, eğer Nietzsche videosunun altına o yorumu girmemiş olsaydınız ve sonra altındaki yazışmaları ve akabinde de başka bir kaç yazışmayı daha yapmamış olsaydık böyle toparlayabilecek düzeye gelemezdim. Düşünceler havada uçuşuyordu ama o yazışmalarla birden kafamda toparlandı diyebilirim. Hatta oradaki yazıları yazarken, yazma anında iyice netleşti.
Tabi diğer taraftan da biliyoruz ki, Ömer Albayrak’ın birkaç video önceki videoda filozoflar için söylediği gibi, bunları yazan, düşünen biz değiliz. Biz sadece doğal bir çağrıya kulak veriyoruz ve kendimizi kısıtlamadığımız için (özgürlüğü seçtiğimiz için) bu çağrı bizim zihnimizde kelimelere, sözlere dönüşüyor (şimdi olduğu gibi). Ama eğer biz bunu hisler vasıtasıyla yaşamasak (Platon’cu anlamda aşk) başka türlü dile gelmesi de mümkün gözükmüyor.
Yani burada, “düşünceye” insanoğlunun kendine ait bir şey olarak sahiplenmesini, ben Antik Yunan’da ismine “Tragedya” dedikleri söylemlerde dile getirdikleri şeyle aynı şey olduğunu düşünüyorum. Bu sahiplenme bir zorunluluk. Etten, kemikten olmanın getirdiği bir zorunluluk. Yunan Tragedya’sında dile getirilen, insanın yazgısı (kaderi) dedikleri şey bu olsa gerek. Yani insanoğlu, kendine ait olmayan bir şeyi sahiplenerek ve ancak böyle “insan” olabilmenin paradoksunun bir ürünü.
Bence gerçek aydınlanma, felsefenin peşinde olduğu bilinçlilik düzeyi de bu olmalı diye düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, Nietzsche’de Tragedya konusuyla ilgilenmesinin arkasında yatan neden de buydu. Ve üstün insan diye kastettiği de bunun bilincine varmış olan insan. Hisler (aşk) dediğimiz şeyler, insan dışı olanın, bir canlı organizmada, insan dediğimiz şeye dönüşme anları…
Zizek’te “arzuyu arzulamak” diye, sanal olanı yaşıyoruz diye eleştirirken gözden kaçırdığı (ya da anlatmaya çalıştığı) bence bu. Aksi mümkün değil ki, insanın yazgısı bu… Ancak "sanal olan", insanın varoluşu, varlığa dönüştüğü yer. Yoksa sadece nesnede gömük olarak, henüz bir canlı organizmaya aktarılmamış, salt “bilinç” olarak var olurduk. Yani ölü olurduk. Yaşamak demek zaten sanal olan varoluşu yaşamak demek, öznede, varlıkta boş küme olarak ancak böyle var olabilir.
Sizin “kompozisyon” dediğiniz tümellik ancak bu şekilde “özne” değimiz varlığa dönüşebilir. İşleyiş ancak bu şekilde dondurulup, dogmalar şeklinde varlıklara dönüşebilir. Yaşam ancak böyle mümkün olabilir diye düşünüyorum.
Birkaç şey daha ekleme ihtiyacı hissettim:
Hem insan zihni aracılığı ile konuşan “tin” (logos) deyip, hem de “ben” diye konuşmak, işte Tragedya’da anlatılmaya çalışılan trajedi bu. “Ben” diyerek egosantrik bir hazla “tin”e sahiplenmek kaçınılmaz bir durum. Canlı olmanın sonucu, aksi halde bir ölü olarak konuşmak gerekir ki, zaten konuşma olmazdı.
İnsan dışı olanı sahiplenmek demek boş kümenin içini ego ile doldurmak demek. Ya da dolan şeye ego diyoruz. Yani bir akış (işleyiş) olarak “varoluş” nesnel ama ortaya çıkan “varlık” değimiz boş küme sizinde ara sıra vurguladığınız gibi “ego”nun kendisi. Kendine ait olmayana sahiplenmişliğin hazzı (yağmanın, gaspın sarhoşluğu). İşte bu insanı evrenin merkezi gibi kendini görmeye, ya da tanrılar yaratıp, yarattığı bu tanrılar üstünden kendini de ölümsüzleştirme ihtiyacına neden oluyor. Daha ilk başta bir hırsızlık, gasp üstüne kurulu bir varlık (özne) olunca güç istenci de, sahiplenme istenci de her şeyi yapabilmeyi kendinde hak görmeye, kötülüğü meşrulaştırmaya neden oluyor. Ya da kötülüğün doğduğu yer diyebiliriz.
Bu gün bilimde gelinen noktada, Freud’un ego dediği şeyin, neokorteksin evrim sürecinde beynin alt tabakalarından, neredeyse ayrı bir varlık gibi bağımsızlaşması ve de kendinin farkına varması sonucu ortaya çıktığını tahmin edebiliriz. Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde bu durumu felsefi olarak analiz etmişti. Ve gerçekten de “saf akıl” insan dışı olan. İnsan olan ilkel beyin katmanları ile girdiği ilişki (çelişki), işte Tragedya burada yaşıyor.
Yazılarınız bana çok şey çağrıştırıyor , söylenebilecek çok şey var bu yüzden cevap yazmakta zorlanıyorum. Sizin kadar akademik bilgiye sahip değilim ama videolarınızın ve sizin yorumlarınızın üzerine düşünmek güzel.
hem tin hem ben olmak ve ölü olarak konuşmak sözünüz bana eski bir şiirimi hatırlattı.
Eski bir eldiven içinde muhteşem bir el duruyor
Ve ben göremiyorum parmak izlerini
Yüzeysiz bir derinlik gibi,
Her bir hücresinin bir evren olduğu salt ışıktan bir el
Ve duruyor içinde tek görünümlü eldivenin
Ölü bir hareketin kaynağı canlı bir yokluk gibi
Canlı olan, hareketi ve varlığı mümkün kılan ama görünmeyen logos, kendi varoluşunu mümkün kılmak için bir eldiven olan sanal ben'i de yaratıyor.
Bir keresinde şöyle demiştim. Bu evren bize başka evrenler olabileceği hissi veren tek yer. Yani tüm hislerimiz ve tüm düşüncelerimiz içinde bulunduğumuz varoluş durumunun özelliklerinin bir sonucu.
Üçgenin tüm özelliklerinin üçgenin içinden çıkması ve üçgenin kendi özelliklerini kullanarak kendisi olmanın ötesine geçememesi gibi.
İnsanın kendini evrenin merkezi gibi görmesi aslında bizzat evrenin isteği ve onun davranışı olamaz mı ?
İlginç., üzerinde düşünmek lazım...
Bu arada şiir sayfalarca yazılacak bir felsefi metni bir çırpıda özetliyor. Heidegger boşuna Hölderlin'e bu kadar kafayı takmamış, şimdi daha iyi anlıyorum. Galiba doğal çağrıyı gerçekten de en dolaysız şiir aktarıyor. Ama tabi felsefi derinliği sahipse....Tebrikler, çok iyi:)
Bu video için kaynak link de verebilir misiniz? Ham video halini de merak ettim.
Maalesef bize sadece ses kaydı ulaştı, videosu şu ana kadar ortaya çıkmadı :(
Çok teşekkürler, sayenizde dinliyoruz demek ki :)