Büyük Sorular - 17 Kasım 2019 (Tasavvufun İslam'daki yeri ne?)

Поділитися
Вставка
  • Опубліковано 4 гру 2024

КОМЕНТАРІ • 85

  • @hamdullahatasavun5472
    @hamdullahatasavun5472 5 років тому +31

    Böyle bir düşünce gücünün var olduğunu bilmek ve görmek güzel bir olay ve şaşırtıcı...Bu şahsın sohbetlerinin devamı gençliğin ve dine küskün olanların kurtuluşu olur,,,TAKDİRE ŞAYANSINIZ BEYİM.

  • @ekremekiz1417
    @ekremekiz1417 5 років тому +8

    Ülkemizde ciddi anlamda çok donanımlı ilahiyatçılar var. Ekrem hoca da onlardan bir tanesi. Veysi Bey'e de teşekkür etmek lazım, bu konuları dert edip, değerli konuklar ile uyumlaştırması, özverisi ve gayreti için.

  • @eilf.
    @eilf. 5 років тому +14

    Din özgürleşmektir ve daha da ötesi islamdır, sizin dediğiniz gibi islam teslimiyettir, hocam var olun sizin talebeniz olmak onur veriyor

  •  2 роки тому +1

    Klasik Düşünce Okulu candır ve çok kıymetlidir. Teşekkürler Ekrem Demirli ve diğer kıymetli öğretim görevlilerine.

  • @bulentdogan7718
    @bulentdogan7718 5 років тому +5

    çok üst düzey bir konuşma oldu gerçekten..kendi adıma çok yararlandım..allah razı olsun..

  • @gulcegulce2217
    @gulcegulce2217 2 роки тому

    bugune kadar Allah hakkinda dinledigim en guzel sohbetti

  • @zynpddm3520
    @zynpddm3520 4 роки тому +1

    Cok degerli.bir hoca...

  • @husnawoman9139
    @husnawoman9139 6 місяців тому

    Tekrar dinlemeye gelmişim 😊

  • @habibecetinkaya2913
    @habibecetinkaya2913 3 роки тому

    Hakk Râzî olâ her sozune kalbimiz mutmain....
    Bilmeyen anlamaz yasamayan bilemez

  • @ilknursahin7125
    @ilknursahin7125 4 роки тому +1

    Teşekkürler

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +1

    Aşk
    Rabbim Teâlâ’yı gördüm ve sordum;
    − Yâ Rabbi… “Aşk”ın mânâsı nedir?
    -- Âşık ol bana! Âşık benim, aşk benim! Kalbini benden gayrından çevir ve fariğ kıl!
    Ahmed Rufaî, Abdülkâdir Geylânî, Fahreddin Irakî, Mevlâna Celâleddin gibi birçok zevâtı kirâm Allâh’tan, “Aşk” ismiyle söz etmişlerdir çeşitli zamanlarda...
    “AŞK benim”; sevilecek, öylesine sevilecek ki, uğruna her şeyden vazgeçilecek; öylesine ki, benliğinden bile vazgeçilmek suretiyle O’nda yok olunacak varlıktır “AŞK”!
    Aşk, O olduğu gibi; âşık da O’dur. Çünkü O’nun dışında vücudu olan bir varlık yoktur! Ve dahi mâşuk, yine kendisidir!
    Sevgi, sevdiğin, seven hep O’dur!
    Kim, ne zaman, nerede, neyi severse sevsin; sevdiğinin ismi ne olursa olsun, gerçekte sevilen hep O’dur!
    “Murat etti ki, kendisinden gayrı sevilmeye; sonra zâhir oldu sevilenler sûretinde; sonra da baktı ki kendisinden gayrı mevcut değil, bu defa hep seven ol kendi oldu!” cümleleri işte bu durumu açıklar.
    İyi bilelim sevgi nedir; hangi isim altında olursa olsun sevilenler kimdir; sevgiyi oluşturan cazibe nedir, kimdendir, kime aittir; ve nihayet seven kimdir?
    “Bildik ki âlemde her ne var, hep AŞK imiş” beytinde işte bu sırra işaret edilmektedir.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +3

    1:32:03 dak Aşk, Hicaptır!
    − Aşkın zâhirine ârif olursan, aşktan fenâ bulmalısın! Zira, aşk HİCAPTIR! Âşık ile mâşuk arasındaki hicap!
    Zâhirde kullanılan anlamı ile “aşk” kavramının bir “ikilik” görüşü dolayısıyla mevcut olduğunu ve böylece de aşkın sevenle sevilen arasında bir hicap oluşturduğunu çok bariz bir biçimde vurguluyor bu beyan!
    Daha açık şekliyle;
    Mekân ya da boyut kavramıyla ÖTEDE veya ÖTENDE bir “O” düşünüyorsun, vehmediyorsun, yani var kabul ediyorsun; bunun neticesi olarak da, O’na ermek, O’nu bulmak, O’nu yaşamak arzusuyla yanıp tutuşuyorsun!..
    İşte bu şekilde yanıp tutuşman, O’nu sevmen ve arzulaman, O’na âşık olman demektir.
    Bu aşkın temelinde de O’ndan ayrı bir “Ben” var zannı yatmaktadır!
    “…ZANNIN ÇOĞUNDAN (doğruluğundan emin olmadığınız konuda fikir yürütmekten) KAÇININ! MUHAKKAK Kİ BAZI ZANLAR SUÇTUR (şirk veya şirke yola açar)!..” (49.Hucurat: 12)
    Âyetinin işaret ettiği zan acaba bu olmasın!!?
    Öyle ise, ÖTENDE bir “O” var ve “sen” de O’na ulaşacaksın zannından doğan aşk, gerçekte seninle “O” arasında en büyük perdelerden biridir!
    Ne zaman ki, bu aşk seni öylesine O’nunla meşgûl eder; ve nihayet O’nda “yok” eder yani gerçekte var olmadığını anlarsın; işte o zaman perde kalkmış olur!
    “Kaldır beni aradan, ortaya çıksın Yaradan!” diye kısaca özetlenen bu ifade, aşkın kökeni olan “ben”in ortadan kaldırılması mecburiyetine işaret etmektedir.
    AŞK’ın bâkî kalması demek; varlıkların yok olmasına bağlıdır, demek değildir! Varlıkların “yok” olduğunun anlaşılması, demektir.
    Allâh’ın gelecekte veya bir varlığın yok olmasından sonra Bâkî olacağını zannetmek, çok kalın bir biçimde perdeli olmaktan doğar!
    Allâh Bâkî’dir ve onunla berabar fâni varlıklar da mevcuttur sanmak, “Bâkî” kelimesinin mânâsını bilmemektir.
    Allâh daimî olarak Bâkî’dir ve onunla beraber ikinci bir varlık da mevcut değildir. Bu sebeple, O’nun yanında yok olacak varlıklar yoktur; kendilerinin “yok” olup Allâh’la Bâkî olduklarını fark edecek tecelliler söz konusudur.
    Seven, “yok”luğunu idrak edip, sevilende yok olduğunda; Bâkî kalan Allâh’tır!

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +4

    1:07:20 dak “TANRI YOKTUR, SADECE ALLÂH VARDIR” mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hz. Muhammed’in vurguladığı bu gerçek, Kelime-i Tevhid şeklinde formüle edilmişti...
    İslâm Dini’nin temelini, “LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH” sözünün manası oluşturur.
    “Lâ İlâhe İllâllâh” ne demektir?
    Tanrı yoktur, sadece Allâh!
    Bu söz basit olarak ele alınırsa;
    “Tanrı yoktur sadece ALLÂH vardır” anlamında değerlendirilir...
    Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak...
    “Lâ İlâhe”... “Lâ”, yoktur; “İlâhe”, Tanrı demektir yani tapınılacak tanrı yoktur, demektir.
    Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim...
    Kelime-i Tevhid, “Lâ ilâhe” ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor. “Yoktur tapınalacak varlık!”; “Lâ ilâhe!..”
    Akabinde bir açıklama geliyor... “İllâ”, sadece; “Allâh” vardır!..
    “İLLÂ ALLÂH” yani “sadece ALLÂH”!..
    Birinci mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur...
    “Tapınalacak Tanrı yoktur”... Evet burada, kesin olarak tapınılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, “İLLÂ ALLÂH” diyor...
    “İllâ”, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, “ancak” mânâsına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere “sadece” anlamında dahi kullanılır...
    Evet, “illâ”, “Allâh” kelimesiyle bir arada kullanıldığı zaman kesinlikle “sadece” anlamında algılanmak zorundadır; zira “Allâh”tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, “Allâh” ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nispetle tarif edilsin!..
    İşte bu sebepten dolayıdır ki, “illâ” kelimesi “Allâh” ismiyle yan yana kullanıldığı zaman bunu daima “sadece” kelimesiyle tercüme etmek zorundayız...
    Nitekim bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken:
    “There is no god BUT ALLÂH” şeklinde değil; “There is no god ONLY ALLÂH” şeklinde tercüme edilmelidir...
    Ki böylece, İslâm Dini’nin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi fark edilebilsin.
    Evet, sadece “ALLÂH” vardır ki, “O Allâh, tapılacak bir tanrı değildir” anlamı mevcuttur bu açıklamada... Çünkü başta, kesin olarak “LÂ İLÂHE” yani “tapılacak Tanrı yoktur” hükmü veriliyor!..
    Öyle ise “Allâh”; İnsanın dışında, ötesinde ve hatta bu var gördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir Tanrı değildir!..
    “Allâh”ın “AHAD” olşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -basîretle-, bir Allâh, bir de yanı sıra kâinat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!
    Yani bir “Allâh” var, bir de âlemler mevcut, değil!..
    Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “Tanrı” mevcut anlayışı, tümüyle bâtıldır!..
    Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” bir TANRI değildir!..
    Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, AHAD’dır!..
    Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!..
    İSLÂM’ın “Tevhid” inancı, yani Hz. Muhammed’in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLÂH’ın AHAD olduğu ve dolayısıyla bir TANRI’nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!..
    Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:
    İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır! (53.Necm: 39)
    Yaptıklarınızın sonucundan başka bir şey yaşamazsınız! (37.Sâffât: 39)
    O süreçte hiçbir nefse en ufak bir şey zulmedilmez... Yaptıklarınızdan başkası ile cezalandırılmazsınız (yaptıklarınızın sonuçlarını yaşarsınız)! (36.Yâsiyn: 54)
    Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler. (46.Ahkaf: 19)
    Bu süreçte her nefs yaptıklarının getirisiyle karşılık bulur (yaptıklarının sonucunu yaşar)! Bu süreçte haksızlık yoktur! Muhakkak ki Allâh “Seriy’ul Hisab”dır (anında yapılanın sonucunu yaşatmaya başlayandır). (40.Mu'min: 17)
    Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölüm ötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve “Allâh”ın ne olduğunu idrak etmektir...
    Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’a “Allâh nedir?” diye soranlara, cevap “Allâh” tarafından bizzat veriliyor, Kur’ân-ı Kerîm’de İhlâs Sûresi’nde:
    “De ki, O ALLÂH AHAD’dır;
    ALLÂH SAMED’dir;
    LEM YELİD ve LEM YÛLED’dir;
    ve LEM YEKÜN LEHÛ KÜFÜVEN EHAD’dır!..”
    “Hz. Muhammed’in açıkladığı Allâh”ın ne olduğunu açıklayan bu sûrede öncelikle, kelimelerin geniş mânâsı üzerinde duralım... Ve sonra da bu mânâların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım...
    “ALLÂH AHAD”dır... Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi söz konusu olmayan TEK’tir...
    Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim!..
    Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan “AHAD”, ya sonlu sınırlı bir tektir, ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır (!); ya da sonsuz, sınırsız cüzlere ayrılmaz TEK’tir, ki bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece “KENDİSİ” mevcuttur!..
    “AHAD” olan “ALLÂH”ın dışında herhangi bir varlığın mevcudiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da izan ve insafa sığmaz!..
    Düşünelim...
    Şayet Allâh’tan ayrı, Allâh’ın dışında bir varlık var ise... Bu varlık ile Allâh arasındaki sınır nerededir?.. Bu sınırı nerede çizeceksiniz?..
    Ya varlık; mevcut, sınırsız sonsuz TEK’tir, ikinci bir varlık yoktur!..
    Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde, veya evrenin dışında MEKÂNI OLAN bir Tanrı mevcuttur!!?
    Tapınalacak Tanrı yoktur!
    Burada idrak edilmesi en önemli olan şey; “SINIRSIZLIK-SONSUZLUK” kavramıdır...
    Şimdi bu “sınırsızlık-sonsuzluk” kavramını en - boy - derinlik olarak değil, boyutsal olarak kavramaya çalışalım...
    Gerçekte, mevcut olan TEK, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK’tir!.. AHAD’dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiçbir şey olmayan “ALLÂH AHAD”dır!..
    Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz!.. Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..
    Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesi ile kayıtlı kalmasa... Bu sınırlar içinde algıladığı verileri sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse...
    Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden; daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse... Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel ÖZ ile karşılaşsa... Ve nihayet kendi “ben”liğinin dahi o evrensel “ÖZ” içinde “yok” oluşunu fark edebilse...
    İşte bu işin çok önemli bir yanı...
    Konunun ikinci önemli yanı da şurası...
    Hz. Muhammed’in açıkladığı “ALLÂH”, “AHAD” yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde O’nun varlığı yanı sıra, var olabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O’nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!!

    • @enessk7078
      @enessk7078 3 роки тому

      Kral kafam karıştı yani tanrı insanın kendisimidir?
      Tapınılacak tanrı yoktur ne demek?

  • @ismailun262
    @ismailun262 2 роки тому

    Elhamdülillah Rabbim insana şu teknolojiyi üretecek kabılıyetı verdıde su hocayı dınleyebılıyoruz. yoksa nerde bulup dınleyecekdık .

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +1

    1:20:26 dak “Tasavvuf”tan gaye, kişinin Allâh’ı bilmesi; Allâh indînde ve ilminde “yok”luğunu hissedip yaşaması; ve nihayet “ALLÂH ismiyle işaret olunan, BÂKÎ’dir” hükmünün tespit olmasıdır.
    Yüzyıllarca insanlar, bu gaye ile sayısız çalışmalar yapmış, bu yolda elde ettikleri bilgileri, diğer hemcinsleriyle paylaşmak üzere sayısız eserler vermişlerdir.
    Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın tebliğine kulak veren ve Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya çalışanlar, yaptıkları sayısız çalışmalardan sonra iki ana görüş çevresinde bir araya gelmişlerdir.
    a. “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”i insanın ve kâinatın ÖTESİNDE; insanın dışında; bir TANRI gibi kabul edenler.
    b. “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”i, sonsuz ve sınırsız AHAD olarak anlayıp; Allâh kavramı dışında “gayrı varlık” ve hatta “gayrı” düşüncesi kabul etmeyenler.
    Hz. Ebu Bekir’den, Hz. Âli’den, İmam Caferî Sadık’tan, Cüneyd-i Bağdadî’den, Bâyezid-i Bistamî’den, Abdülkâdir Geylânî’den, Ahmed Rufaî’den, Ahmed Bedevî’den, Hasan Şazelî’den, İmam Gazâli’den, Muhyiddini Arabî’den, Abdülkerîm el Ciylî’ye kadar isimlerini sayamadığımız sayısız zevât (Allâh cümlesinin sırrını azîz etsin), hepsi de yaptıkları tahkik sonucu, ALLÂH’ın AHADİYETİ konusunda ittifak etmişlerdir. Günümüzde dahi, tahkik ehli bu kanaat içindedir.Çünkü, “Hakikat” tektir ve “O”na nazar edenlerin de bu konuda ihtilafa düşmeleri mümkün değildir.
    Hz. Rasûlullâh’ın söylediklerini kendilerine konu alan diğer birtakım değerli zevât dahi, dinin zâhirini korumak için son derece değerli çalışmalar yapmışlar ve insanların dine yönelmek mecburiyetinde olduklarını, çeşitli şekillerde izaha gayret ederek, bu yolda hizmet vermişlerdir...
    Allâh, bu değerli zevâtın hizmetlerini de, niyetlerine göre elbette ki kabul eylemiştir...
    Hâcegân silsilesi diye bilinen ve günümüzde “Nakşibendî”lik olarak tanınan tarikatın önde gelen isimlerinden Hâce Ubeydullâh Ahrar, Reşâhat isimli eserin sahibi Sâfi Hüseyin’e şöyle der:
    “Günümüzün geçerli din ilimlerinin özü tefsir, hadis ve fıkıhtır. Bunların da özü, tasavvuf ilmidir. Tasavvuf ilminin de hülâsası ve mevzu, VÜCUD bahsidir.”
    “Derler ki, bütün mertebelerde bir TEK VÜCUD vardır; ki o vücud, kendi ilmî sûretleriyle görünmüştür...”
    İster Vahdet-i Vücud; ister Vahdet-i Şuhud; ister Şuhud-u Zât; tasavvuftaki hangi görüş olursa olsun, hepsinin de esası TEK’liktir!
    İşte bu sebepledir ki, bütün tarikatların (elbetteki tasavvuf tarikatlarının) konusu; “ALLÂH’ın TEK’liği”nin anlaşılması, hazmedilmesi ve yaşanmasıdır...
    Gerçek tasavvuf ehli, hangi yoldan olursa olsun, bir diğer kişiye “gayrılık” gözüyle bakmaz ve hakkında menfi konuşmaz;çünkü yetiştiricisi kâmil ise öğretmiştir ki, konuştuğu söz Hakk’a ulaşacaktır!
    Biz de kapasitemiz yettiğince, Allâh kulu olarak, ihsan buyurduğu ilim ve yaşam nispetince, bu eseri altmış dakikalık dört kaset dolduracak biçimde açıklamaya çalıştık.
    Elinizdeki “GAVSİYE AÇIKLAMASI”, işte bu çalışmanın kitaba göre düzenlenmiş şeklidir. Bu hizmete vesile olan ve yıllar boyunca uzun yıllar çalışmalarımda büyük desteğini gördüğüm değerli insan Hilmi Ahmed Tunalı’ya huzurlarınızda açık teşekkürlerimi sunmak benim için bir borçtur.
    Evet, niçin “Gavsiye açıklaması”...
    Yanlış bilgilenme sonucu olarak, halkımızın pek çoğu, tasavvufun ana mevzusu olan “Allâh’ın TEK’liği” konusunu Muhyiddini Arabî’ye bağlarlar; ve hatta, bu konudaki bilgisizlik yüzünden konuyu saptırarak, “panteizm” olarak değerlendirip ve çevrelerine de böyle anlatırlar.
    Oysa, “Allâh’ın TEK’liği” konusunun, “panteist” görüş ile uzak-yakın hiçbir ilgisi olmadığı gibi; bu konuyu ortaya atan ilk insan da Muhyiddini Arabî değildir!
    Muhyiddini Arabî’den çok evvel, İmam Gazâli, avama dönük olarak yazdığı Kimyâ-i Saâdet, İhya-u Ulûmid’din gibi eserlerinin yanı sıra; kendi ifadesiyle “ariflere, gerçekleri idrak ettirmek için” yazdığı “MİŞKÂTÜL ENVÂR” isimli eserinde, “VAHDET” konusunu bütün açıklığıyla kaleme almıştır. Bu çok değerli eser, dilimizeSayın Süleyman Ateş tarafından kazandırılmış ve Mehmed Şevket Eygi tarafından Bedir Yayınevince basılmıştır. İmam Gazâli’nin “Vahdet” konusundaki görüşlerini öğrenmek isteyenlere bu eseri tavsiye edebiliriz...
    “Vahdet” konusunu, İmam Gazâli’den bir hayli önce de, Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî Hazretleri “GAVSİYE RİSÂLESİ” isimli eserinde açıklamıştır...
    Genelde, tarikat seviyesinde kitapları bilinen Hz. Gavs’ın, “HAKİKAT” bahsini anlatan bu eseri, tasavvufla ilgilenen, hangi yoldan olursa olsun, herkes için son derece önemli bir eserdir.
    Bu yüzdendir ki, talebin kimden geldiğini elhamdulillâh gördük; ve günümüz diliyle, günümüz insanının anlayacağı bir biçimde açıklayarak sizlere sunduk.
    Ayrıca, “NAKŞIBENDΔ silsilesinden birçok zevâtı kirâmın “VAHDET” konusundaki görüşlerini de gene bu esere ilave yaptık; ki okuyucu sadece KADİRÎLİKtebu görüşler varsanmasın.
    Ve nihayet “Vahdet”i konu alan bazı şiirleri de bu esere ekledik; ki o konuda ehlini de mahrum bırakmamış olalım.
    Tasavvufta, hemen bütün mürşidi kâmillerin bildiği bu konuyu, ehlini bulamamış isteklilerinin de mahrum kalmaması gayesiyle kitaba dökerken; temennimiz, hiç değilse hakikatin bilinebilmesidir!

  • @gulcegulce2217
    @gulcegulce2217 2 роки тому

    klasik dusunce okulu.bir you tube kanali kesinlikle tavsiye ediyorum.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +2

    44:25 dak İnsan, Esmâ Hâmilidir!
    Ve daha sordum…
    −Yâ Rabbi, hiç seni hâmil bulunur mu?
    Dedi:
    − İNSANI meydana getirdim beni hâmil olması için... Ve mükevvenâtı da, İNSANI hâmil olması için meydana getirdim!
    “Beni hâmil olması” beyanından murat, elbette ki maddi ya da fizikî taşıma değil, “varlığında barındıran” anlamındadır.
    Ancak unutmayalım ki, bir insan var, bir de ondan ayrı bir mekânda veya boyutta mevcut tanrı var da; birincisi ikincisini bünyesinde barındırıyor, değil!
    Bir fiilin, o fiilli oluşturan mânâyı hâmil olması gibi bir taşımadır burada kastedilen mânâ. Yani mânâ, fiilin içinde nasıl mevcut ise, İNSAN’ın da Rabbini hâmil olması öylecedir.
    Yoksa, olayı mekân ve madde boyutları içinde anlamak, son derece ilkel ve yetersiz bir düşünce şeklidir. İnsanın, ilâhî isimlerin zuhur mahalli olması, yukarıdaki şekilde ifade edilmiştir, mecazî bir anlatım ile.
    Veya şöyle de bunu ifade edebiliriz;
    “İnsanı meydana getirdim beni taşıyan olması için. Yani, benim vasıflarımla meydana getirdim insanı ki, benim isimlerimin mânâlarını taşıyıp, onları zâhire çıkartması için.”
    Ve tüm boyutlarıyla evreni de insanı taşıması için meydana getirdi!
    Günümüzde Kozmik Bilinç diye tanımlanan İNSAN-I KÂMİL’in tüm özelliklerinin, her an değişik bir şekilde ortaya çıkışıyla, varlığını devam ettiren kâinat dahi, bu özelliğiyle İNSANI taşıyan olarak mevcuttur!
    İnsan-ı Kâmil’in sahip olduğu özelliklerin ve mânâların kuvveden fiile dönüş mahalli olan kâinat, bu yönüyle elbette ki, insanı taşımak üzere meydana getirilmiş olarak tarif edilmiştir.
    Bunu daha değişik bir ifade ile şöyle de dile getirebiliriz.
    İNSAN’ın sayısız vasıf ve özelliklerinin ortaya çıkması için meydana getirilmiş yapıdır kâinat.
    Sanki, bedenin kendisi kâinattır; özü, ruhu da İNSAN-I KÂMİL ya da bugünün deyimiyle Kozmik Bilinç!

  • @insanhikayeleri3957
    @insanhikayeleri3957 4 роки тому

    1,5 hızda dinledim. Harika bir tadı vardı. Çok teşekkür ediyorum.

  • @yasindonmez7403
    @yasindonmez7403 2 роки тому +1

    Hcm sen nerdeydin yaaa ben bunca zaman meger seni ariyormusun

  • @jazzsaz
    @jazzsaz 3 роки тому +1

    Sunucuya tahammül edebilirseniz güzel program.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +4

    38:55 dak
    Tarikat, Şeyhe Teslimiyettir! 1.Bölüm
    İşte bu sebepledir ki, bu incelikleri kavramış olan geçmişteki pek çok hakikate ermiş zâtlar, “tasavvuf” denilen öğretiyi oluşturmuşlardır.
    “Eğer, varsayımın olan varlığından, benliğinden tümüyle kurtularak “nefs”ini tanımak istiyorsan, teslim ol; kendinden kurtul, Allâh’a er!..” demişlerdir...
    “Ölmeden evvel ölmek” olayının gerçekleşmesi, mutlak mânâda Allâh’a teslim olmana bağlıdır!.. Daha doğrusu, Allâh’a teslim olduğunu fark etmene bağlıdır.
    Hakiki mânâda tarikata girmekten murat, “teslim” olmaktır!..
    “Ben geldim, şeyhim!.. Ben seni şeyh kabul ettim, sana bağlandım!.. Bana dua ver, zikir ver, oruç ver vs... Ben de bunları yapayım” demek, teslim olmak değildir!..
    Bir şeyhin sözüm ona yüz bin dervişi vardır; ama bir tane bile, gerçek anlamıyla bağlısı, yani Allâh’a ermeyi kesin kafasına koymuş ve bunun için her şeyi göze almış dervişi yoktur!..
    Tam yeri geldi, Hacı Bayram Velî’nin bir hikâyesini anlatalım:
    Şeyh Hacı Bayram Velî’ye derviş olanlardan vergi alınmıyor...
    O devirdeki kural bu!.. Zamanın padişahının Ona olan saygısından koyduğu bir kural...
    Önüne gelen de bu nedenle Şeyh Hacı Bayram’dan el alıp, derviş oluyor!..
    Gün geliyor, Ankara civarında kırk bin kişi Hacı Bayram Velî’ye derviş oluyor, ki artık o civarlardan vergi alınması diye bir olay söz konusu değil...
    Şikâyetler ulaşınca padişaha, o da haber yollatıyor:
    −Efendim, şeyhim, durum böyle böyle!.. Hakikaten bunlar dervişleriniz ise, hüküm câridir, vergi alınmayacak!.. Ancak bunlar gerçekten sizin müridleriniz mi?..
    −Ben size bildiririm, neticeyi...
    Diyor Şeyh Hacı Bayram ve ilan ediyor:
    −Benim bütün dervişlerim falanca gün Ankara ovasında toplansın!..
    Büyük bir çadır kuruluyor, kazanlar kaynıyor, yemekler pişiriliyor... İlâhiler, dualar, zikirler...
    En sonunda, Hacı Bayram Velî çıkıyor ortaya... Diyor ki :
    −Kim gerçekten bana teslim olmuşsa, dervişimse gelsin, ben onu kesip, kurban edeceğim Allâh’a; ve Allâh’a ulaşacak!..
    Herkes bir şaşkınlık içinde!..
    Topluluğun içinden bir kadın fırlıyor, arkasından da bir adam!..
    −Alın içeri!.. diyor.
    Çadıra giriyorlar!..
    Derken bir bakıyorlar toplanan dervişler, çadırdan dışarı kanlar akmaya başlıyor!..
    Kanların aktığını gören, pırrr!.. Hepsi kaçışıyorlar... Meydanda kimseler kalmıyor!..
    Daha önceden çadıra gizlenen kurbanların kesilmesiyle kanlarının çadır dışına akması, herkesin teslimiyet derecesini ortaya koymuştur!..
    Padişaha name yazıyor, Hacı Bayram Velî:
    − Padişahım, benim bir buçuk dervişim var...
    Gerçek derviş, geçici dünya menfaatini şeyhinden sormaz!.. Sorarsa, o daha derviş olmamıştır!.. Çünkü tasavvufa girmenin amacı dünya çıkarları ya da siyaseti değildir!.. Zira şeyhe teslimiyetin tek bir amacı vardır, o da Allâh’a ermek!..
    Bu amacın dışında ki her amaç, gerçek gayesine ortak koşmaktır; ki bu da onun yolunu kesmekten başka bir sonuç getirmez.
    Tarikata girmiş olmak için, bir mürşide tüm varlığını teslim etmen gerekir!.. Nasıl?.. Ölmeden evvel ölmüş, gibi!..
    Öyle bir teslimiyet ki, bu beden üzerindeki tüm tasarrufları ona bırakacaksın!..
    O, “ye” derse yiyecek, “yeme” derse, yemeyeceksin!.. “Yat” diyecek, yatacaksın; “kalk” diyecek, kalkacaksın; “çalış” diyecek çalışacak; “çalışma” diyecek, çalışmayacaksın!... “Şunları şu kimseye ver” diyecek, vermem demeyeceksin!..
    Yani, bir ölü nasıl bu beden üzerinde tasarruf edemezse; bu bedenle olan hiçbir olay o ölüde etki uyandırmazsa; sen de o hâle geleceksin!..
    Bu konuda seni nasıl uyarıyor dikkat et:
    “Ölmeden evvel ölün”!..
    Yani, “fiilen-fiziken” ölmeden önce, “ölüm” denen olayı tadacaksın!.. Yaşayacaksın ne olduğunu!..
    Bugün Türkiye’de bunu yapabildiği dillerde dolaşan, maşâAllâh belki on bin şeyh var, belki de on milyon derviş var!..
    Ama, eğer işin gerçek kıstaslarına bakarsan, ne on bin tane şeyh çıkar, ne de on milyon derviş!..
    Konunun hakikatini konuşmak gerekirse...
    Hasbelkader üç beş tasavvuf tâbiri ve evliya menkıbesi öğrenmiş kişilerin, bunları sergileyerek kendilerini evliyaymış gibi gösterip bir tarikat adı altında yayın yapmalarıdır olay!..
    Elli-yüz kişinin bir araya gelip zikir yapmaları ya da tasavvuf hikâyeleri dinlemesinin gerçek anlamdaki tasavvuf çalışmalarıyla hiç alâkası yoktur!..
    Ama buna rağmen bu çalışmaların da bir faydası vardır elbette...
    Kişilerin kendilerini bu dünyaya iyice kaptırıp, maneviyattan uzaklaşmalarını önler en azından!..
    Bugün bir kısım şeyhler, sizlere bazı gerçekleri anlatıp, idrak ettirip, kendinizi birtakım zararlı şeylerden korumanıza vesile olmaktadır!
    Sizler, işin ne olduğunu öğrenmek, araştırmak isteyen heveslilersiniz...
    Yapılacak iş, bulunduğunuz yerde olabildiğince İslâm Dini’nin, tasavvufun ne olduğunu öğrenip, elden geldiğince ilim sahibi olarak benlikten kurtulmaya gayret etmektir.
    Nasibinizde varsa, samimi iseniz, amacınız bireysel çıkarlar değil de gerçekten sadece ALLÂH’A ERMEK ise, günün birinde gerçekten konunun ehli olan bir velîyi karşınıza çıkartır Allâh!.. Ve o zaman anlarsınız farkı!..
    Öyle ise, dışarıdan, başka bir gruptan, bilmem kimlerden hiç farklı görmeyin kendinizi!..
    Hangi isim altında olursa olsun, hiçbir tarikat mensubunu kendinizden küçük ya da ayrı görmeyin!.. Kim olursa olsun, öz kardeşiniz gibi ona yardımcı olun!
    Kısacası, genelde bugünkü tarikat çalışmaları “tasavvuftan bahseden iyi ahlâk derneği çalışmalarından” başka bir şey değildir!.. Ama elbette bunun istisnaları da mevcuttur, çok ender de olsa!..
    Olay bunun dışında, üstünde fazla bir şey değil!
    Evet...
    “Ölmeden evvel ölmek” denen iş kolay değildir!..
    Ancak, “ölmeden önce öldükten” sonra, “nefs”ini tanıyabilirsin!..
    “Ölmeden önce ölmek” denilen olayın ilm-el yakîni, daha önceki sohbetlerimizde geçtiği üzere, “Mülhime” denilen nefs mertebesinde; nefsin, ilham alır durumda kendini tanımaya başlamasının sonucunda oluşan teslimiyetin getirdiği hâldir.
    Ve ondan sonra “ölmeden ölmek” denilen hâlin ilm-el yakîni oluşur. Ondan sonra “Mutmainne” denilen, tatmine ulaşmış yani, işin hakikatini yaşamakla tatmine ulaşmış nefs olur ki, onun adı “Velî”dir.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +1

    58:50 Ve “Zekât”...
    Malının kırkta birini üzerinden bir yıl geçtikten sonra ihtiyaç duyanlara dağıtmak; işin zâhir yönüdür... Ki bu yönüyle ilgili bilgiler ilmihâl kitaplarında ve konuyla ilgili bütün eserlerde mevcuttur... Bu sebepledir ki işin bu cephesi üzerinde fazla durmayacağım...
    Allâh bağışı olan varlığının en azıyla kırkta birini, ihtiyaç duyanlarla paylaşmak; işin bâtın yönüdür...
    Zekât...
    Hak için halktan, mülkten geçmektir!
    Allâh’tan geleni halkla Hak için paylaşmaktır!
    Varlıksızlıkta daim olmak için, varlığından geçmektir!
    ALLÂH âlemlerden Ğaniyy’dir; esası üzere “Gınâ”dan hisse almaktır!
    HALK’ta “HAKK”ı görüp, ondan esirgememektir!
    Şeytan vasıflı cinin, Âdem’de Hakk’ı göremeyip; secde etmemesi ve bu yüzden lânetlenmesi benzeri olarak...
    Zekât ve sadakadan kaçanlar, “İnsan”da “Hakk”ın varlığını göremeyip, onunla varlığını paylaşamayanlardır... Ki, gelecekleri ne olur, neye benzer bunu kavrayışınıza bırakırım!..
    Evet, Allâh takdir ettiği kadarıyla, bu kitapta da sizlerle bir şeyler paylaşmaya çalıştım...
    İsâbetli bulduklarınızdan yararlanmaya ve yaşamınıza ona göre yön vermeye gayret ediniz...
    Kusurlarımızı görürseniz, bunların da düzelmesi için bize dua ediniz!
    ALLÂH MUÎNİMİZ OLSUN.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +1

    Tasarruf” Nedir?
    “Tasarruf” olayı ne?..
    “Tasarruf” dediğimiz şey, görevli velîlerin yapılar üzerinde onları diledikleri tarza yönlendirme özelliğidir.
    “Tasarruf” kelimesi ile kastedilen şey, genelde anlamı iyi bilinmediği için “nüfuz” ile karıştırılarak aynı şeymiş gibi anlaşılır... Nasıl ki, “Fetih” ve “Keşif” iki ayrı özellikse, “nüfuz” ve “tasarruf” diye de iki ayrı özellik vardır.
    Bütün velîlerde ortak olan özellik, “nüfuz”dur. Yani, “kişisel güç”!..
    Beyin gücü veya ruh gücü dediğimiz olay!... Herhangi bir olayı veya herhangi bir meseleyi çözmek için karşısındakine bir şey verebilmek için, kendi “nüfuz”unu kullanır.
    Yani, bu demektir ki, kendi beyin gücünü kullanarak, karşısındakinin beyninde belli bir kapasite açılımı yapar. Yani ona feyiz verir. Bu kapasite açılımının neticesinde de onda belli bir idrak oluşturur. İşte bu olay “nüfuz” kullanmadır...
    Ancak ne var ki, o kişinin daha sonra belli çalışmalarla bu beyin kapasitesini takviye etmesi ve artırması şarttır. Yoksa, belli bir süre sonra orada kapanma, gerileme olur.
    “Tasarruf” ise, herhangi bir velînin görevi gereği olarak, kendi emrine verilmiş melekleri veya cinleri kullanarak herhangi bir olayı oluşturmasıdır... Görevi gereği, emrindeki melek veya cinleri kullanarak o olayı oluşturması, “tasarruf” denen şeydir.
    Tasarruf eden bu tasarrufunun farkındadır, değil mi, diye sorulursa...
    Farkındadır tabii!.. Farkında olmadan yapıyorsa, o tasarruf değildir!
    Zaten, görevli velîler, genellikle tasarruf sahibidirler ve farkındadırlar yaptıklarının...
    Onun dışındakiler, yani görev dışındaki olaylar, kişisel nüfuz olayıdır!.. Onlar, göreve taalluk etmez!.. Yani, bir velînin, çevresindeki belli kişilere yardımcı olmak gayesi ile kendi beyin gücünü kullanmasıdır “nüfuz” olayı ki, bunu tekrar belirtiyorum “tasarruf”la hiçbir alâkası yoktur!..
    Peki, 124 bin velî için de geçerli mi bu? 124 bin velî için de “nüfuz” dediğimiz, “kişisel nüfuz” dediğimiz olay, geçerlidir.
    Başka bir soru; 124 bin velî de tasarruf sahibi olduğunu bilir mi? Tasarruf sahibi değil!.. Nüfuz sahibi!.. Karıştırmayın!..
    Tasarruf, sadece görevli velîlere has bir olaydır.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +2

    1:13:00 dak "KADIN" 1. Bölüm
    CENNET
    ANALARIN AYAĞININ ALTINDADIR!
    Allah’ın “RAHİM” ismi kendi esmâlarının dışında nerede kullanılıyor?
    Göreceksiniz ki kadının cinsel ve doğurganlık organı olan bölge için..Yani kadında doğurganlık olayını oluşturan ve insan türünün çoğalmasını ve bekâsını sağlayan cinsel organına verdiğimiz isim!
    Mikro plânda kadındaki rahim, makro plânda ise Allah’ın ”RAHİM” ismine karşılık geliyor!
    Allah’ın “Rahim” ismi ,”Rahmet” ve “Rahman” mânâlarının kökenidir!Yani Allah’a ait esmâların üreticisidir!
    Üretim yapıldıktan sonra bu isimlerin topluca bulunduğu ve sâdır olduğu boyuta “RAHMANİYET BOYUTU” diyoruz.
    ”Rahim” isminin en geniş ve kapsamlı ortaya çıktığı mahal, Cennet’tir!
    Dolayısıyla,
    “Cennet anaların ayağı altında”
    derken; mikro plânda çoğalmayı-üremeyi sağlayan kadındaki rahmin makro plânda karşılığı olan Allah’ın “Rahim” isminden cennetteki mânâların ürediği mecâzi olarak anlatılmıştır.
    “Her şey Allah’ın rahmetinin eseridir.” demek; “Her şey, Allah’ın rahmetinin neticesi olarak var olmuştur.” demektir.
    Yani, daha genellersek; “Allah’ın üretmesinin neticesi olarak” vardır.
    Çünkü, Rahmeti meydana getiren “Rahim” ismi ne yapar?
    Üretir!
    Bunun da en orijinal yapısı, kadında mevcuttur. Kadındaki üreme, daha doğru bir deyişle üretme organının adı “Rahim”dir.
    Allah’ın “RAHM” ismi kendi esmâlarının dışında nerede kullanılıyor? Göreceksiniz ki kadının cinsel ve doğurganlık organı olan bölge için.. Yani kadında doğurganlık olayını oluşturan ve insan türünün çoğalmasını ve bekâsını sağlayan cinsel organına verdiğimiz isim!
    Mikro plânda kadındaki rahim, makro plânda ise Allah’ın ”RAHİM” ismine karşılık geliyor!
    İşte Allah’ın rahmet sıfatı da, üretme sıfatıdır. Bu üretme sıfatı Allah’ın esmâsının işaret ettiği mânâların özelliklerinin eserlerini üretir.
    KADINDAKİ AKIL VE DİN NOKSANLIĞI!
    Rasûlullah aleyhisselâm bir gün kadınların yanına gidip onlara vaaz etti ve şöyle buyurdu:
    -Ey kadınlar topluluğu, sadaka verin ve çok istiğfar eyleyin. Çünkü ben, cehennem ahalisinin çoğunu sizlerden gördüm.
    Bunun üzerine orada bulunan kadınlardan akıllı ve vakarlı olan bir tanesi şöyle sordu:
    - Bizim neyimiz var ki, çoğumuz cehennemlik olmuşuz, ya Rasûlullah ?.
    -Çünkü siz ötekine berikine çokça lânet (belâ) okur, kocalarınıza karşı nimete küfranda bulunursunuz!. Akıllı ve ihtiyatlı bir kimsenin aklını, sizin kadar eksik akıllı ve eksik dinli bir kimsenin çekebileceğini hiç görmedim.
    Kadın sordu:
    - Ya Rasûlullah, akıl ve din noksanlığımız nedir ?.
    -Akıl noksanlığına gelince: İki kadının şehâdeti, bir erkeğinkine denk olur. İşte bu akıl noksanlığınızdandır.
    Bir çok geceler bekler, namaz kılmazsınız; Ramazan da oruç tutmazsınız (bazı günlerde). İşte bu da din noksanlığınızdır."
    KADINDA “SİSTEM”İ KAVRAMA ÖZELLİĞİ
    (Soru: Kadınların dininin eksikliği ibadet yönüyle değilse hangi yönüyledir?..)
    Din=Sistem diye olaya bakarsak, sistemi kavrayışları anlamı çıkar ki, bu da, beyinlerini etkileyen östrojen hormonunun ağırlığındandır!.
    Bu açıklama, kadını aşağılama veya küçük görme anlamında söylenmemiş; sistemin bir özelliğinin farkedilmesi amacıyla işaret edilmiştir.
    KADINDA ÖSTROJEN HORMONUNUN BEYNİ ETKİLEMESİ DOLAYISIYLA
    DUYGUSALLIK-HİSLER AĞIRDIR!
    İnsandaki duygu, his, aklı bastırır. Aklı bastıran güç duygudur, hislerdir Bunu yaşamımızda günlük hayatımızda görürüz. Pek çok zaman aklımız mantığımız bize A şıkkı doğrudur derken, hislerimiz B yi gösterir ve biz gider B yi yaparız.
    Yani insanda akla tahakküm eden, akla sözünü geçiren güç, duygulardır; hislerdir. Zaten Erkeği yönetenin kadın olmasının sebebi de buradadır; bu sırdadır.
    Bugün hep erkekler üstündür derler ama çoğunlukla erkekleri güden, kadınlardır! Erkeğe yön veren, kadınlardır.
    Kadın temelde ağırlıklı olarak oströjen hormonunun beyni etkilemesi dolayısıyla kadında duygusallık, hisler ağırdır Erkekse androjen hormonunun gelişmesi oranında akıllıdır. Meselâ erkeği hadım edin, androjen hormonunun salgısı gerilesin, eskiden hadımağalar vardı… Harem sisteminde hadım edilmiş… Bunlarda akıl zayıflamıştır gerilemiştir. Bunlarda akli fonksiyonlar dumura uğrar.
    İşte öströjen hormonunun güçlü olarak salgılanmasıyla birlikte akıl faaliyete başlar, buluğ çağı dediğimiz olay da budur. İnsan buluğdan sonra dinen mesuldür. Yani aklının faaliyete geçmesinden sonra onda esas özellikler başlar Erkekteki androjen aklı güçlendirir. Fakat akıl ne kadar güçlü olursa olsun herhangi bir zamanda duyguların hükmü altına girer ve yenik duruma düşer. Doğru A şıkkı iken duygularının tesiri altında gider B şıkkını uygular..
    İman ise, aklı da duyguları da bastırır. Kişideki iman kavramı, imanı oluşturan güç hem aklın hem duyguların üstüne çıkar. Yani bir insan aklıyla A şıkkı doğru derken duyguları onu B şıkkına götürür; duygular akla üstün gelir. O anda iman gücü devreye girerse o duyguların üstüne çıkar . Duyguların üstüne çıkar ve duyguları kontrol ederek aklın A şıkkını uygulamasını temin eder.
    Kadın, hisleriyle hareket eden;
    erkek, özündeki gerçekle davranışlarını düzenleyen yaratığın adıdır!.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +2

    49:13 dak Din Nedir?
    Din, ilâhî hükümdür, dedik...
    Din, hükümler bütünüdür ve bu hükümler, ilâhî olmak mecburiyetindedir!.. Beşerî hükümler olmaz!..
    Niye?.. Çünkü, bütün beşerî hükümler, beşeriyeti meydana getiren terkipler istikametinde-doğrultusunda meydana gelir ki; bunlar da seni neticede, yine terkibe götürür!..
    Ancak, ilâhî dediğimiz zaman, burada terkip söz konusu değildir!.. Çünkü ilâhî hükümler bütünü, neticede ilâhî ahlâkla “Allâh’ın ahlâkıyla” ahlâklanmaya yol açar!
    Nitekim, “Din nedir?” sorusuna, “Din mekârimi ahlâktır”, ahlâkın mekârimidir, yani tam kemâle ermiş hâlidir, yani “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır” denerek cevap verilmiştir.
    İşte bu yüzden, ilâhî hükümler bütünüdür. Bu ilâhî hükümler, dört yönde mütalaa edilebilir...
    Birincisi, kişinin tabiatına yönelik ilâhî hükümler...
    İkincisi, terkibiyetine yönelik ilâhî hükümler...
    Üçüncüsü, nefsinin hakikatini bilmeye yönelik ilâhî hükümler...
    Dördüncüsü de Zâtını bilmeye yönelik ilâhî hükümler... Bunlardan dördüncüsü, sadece Ümmeti Muhammed’e, yani Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın ümmetine gelmiş hükümlerdir!.. Bu lütfa mazhar olmuş kişiler, Hz. Muhammed’in ümmetidir!.. Daha önceki hükümlerse diğer Nebi ve Rasûllerde var olan kemâlâttır!..
    Bir kişi, tabiatından kurtulma istikametinde belli çalışmalar yaparak; tabiatının hükmünden çıkmak için birtakım çabalarda bulunur... Bu onu, kendi tabiatını değiştirme yolunda, belli çalışmalara götürür ve bunun neticesine erdirir; ama bu kişi, hiçbir zaman ilâhî hakikati bulamaz, bilemez ve bu kişi cehennemde olur ister istemez!..
    Çünkü bir kere, dinin getirdiği sadece tabiata yönelik çalışmalar mıdır, değil midir, burayı araştırmak lazım!..
    Dinin getirdiği tabiata yönelik çalışmalar, ruhaniyeti güçlendirme ve tabiat ateşinden kurtulma yollu iki türlü netice oluşturur.
    Ruhaniyeti güçlendirme yolundaki çalışmalar eğer yeterli değilse, bu kişi cehennemde bir hayli azap çekecektir...
    Bedenî tabiata bazı hâkim olma usülleri, mutlaka ruhun cennete gidiciliğini kazandırmaz...
    Dünya’da, bazı normal insanlarda görülmeyen olağanüstü hâlleri kazandırır insana ama, ona rağmen o kişi neticede, gerekli ruhaniyeti kazanamadığı için cennete gidemez!..
    Cennete gidici, ruhaniyeti sağlayıcı işler, ancak bu ilâhî emirlerle bildirilen fiillerdir...
    İkinci olarak terkibe yönelik, dedik... Terkibe yönelik hükümler; ilâhî ahlâkla ahlâklanmaya yönelik çalışmalardır... Yani Allâh’ın ahlâkıyla!..
    Sendeki ahlâk, çeşitli ilâhî isimlerin, varlığını meydana getirmesiyle oluşmuş olan bir terkipsel ahlâktır!.. Ama bu isimler, senin varlığında birleşmiş hâliyle, senin Rabbin hükmündedir ve sen Rabbinin hükmünden dışarı çıkamazsın... Normal yaşantın itibarıyla!..
    Senin mevcudiyetini meydana getiren bu isimler, sürekli seni belli bir görüş üzerinde muhafaza eder!..
    Hâlbuki sen ilâhî ahlâk ile ahlâklanmaya başladığın zaman, daha evvelki yaşantında mevcut olan duyguların, düşüncelerin, idrakın değişmeye başlar!.. Görüşün gelişmeye başlar ve açılır!.. Bu ilâhî hükümler olmadan, bulunamaz-bilinemez!.. Ancak ilâhî hükümlerin bildirilmesiyle bu bilinir, anlaşılır!..
    Nefsin hakikatini anlamaya yönelik hükümler; varlığın hakikatiyle özdeşleşmek değildir!..
    Yani, “Bütün bu âlemde mevcut olan ilâhî kuvvetler, birtakım tabii kuvvetler, benim varlığımı meydana getiren kuvvetlerdir; öyleyse benim aslım ve hakikatim, kâinatın aslı ve hakikatiyle aynıdır” gibisinden bir biliş, belli bir felsefi araştırma sonunda oluşur, ama bu oluşma hiçbir zaman nefsin hakikatini bulma değildir!..
    Çünkü bu türden bir bulma, Efâl mertebesinde nefsin hakikatini bulmadır!.. Kâinat içindeki kendini buluş, kâinatla kendini özdeşleştiriş, evren bilinciyle kendini özdeşleştiriş, nefsin hakikatini Efâl mertebesinde buluştur!..
    Hâlbuki nefsin hakikatini, Sıfat mertebesinde bulmak gerekir...
    Bu da ancak ve ancak gene ilâhî Din olan, İslâm’ın hükümleriyle bilinebilir-bulunabilir ve yaşanabilir…
    Nihayet “Zâtının hakikatini bulma” dedik!.. Zâtının hakikatini bulabilme hâli de yine Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu, ilâhî hükümler doğrultusunda, tebliğ ettiği hakikatlere dayanır!..
    Netice olarak, “kişiyi saadete götüren yol dindir” dersek bu eksik ve yetersiz bir tarif olur… “Kişiyi ilâhî saadete götüren yoldur” demek gerekir; veyahut da “kişiyi saadete erdiren ilâhî hükümler bütünüdür” demek gerekir. Çünkü bu ilâhî hükümlere uymak suretiyle, kişi gerçek saadete erer!..
    Aksi takdirde “tabiat saadetini” yaşar ki bu da Dünya’daki “tabii saadettir”, ölüm ötesi hayatta da bunun karşılığı “cehennem” denilen azap ortamıdır!..
    Önce, insanın fizik yollu oluşumu bahsini anlattık…
    Sonra, “insan” ismi altındaki Hakk’ın varlığından söz ettik...
    Ve bu söz edişimizin neticesinde, “İslâm”ın, “Din”in ne olduğu noktasına geldik… Yani din niye çıkmış? Niye gerekli? Ne için gelmiş?
    Kişinin belli bir terkibi vardır, Esmâ terkibinden oluşan!.. İşte Esmâ terkibinden oluşmuş “kişilik” mânâsına, “beşer” ifadesi kullanılır...
    “Beşer” kelimesi ile kastedilen belli bir Esmâ terkibidir... Esmâ terkibinden çıkacak olan hükümler, Esmâ terkibinin geleceğini sürekli saadete yönlendiremez!.. Esmâ terkibinin değişmesi mümkün olmaz!..
    Ancak, Esmâ terkibinin asıl ve özü olan ilâhiyet noktasından, yani Sıfat mertebesinden gelen hükümler, Sıfat mertebesindeki mutlak benliğin verdiği hükümler; Esmâ mertebesindeki terkipleri bozar, yıkar, değiştirir!..
    Bunu basit mânâda şöyle izah edelim; sen içine düştüğün bunalımdan, problemden, zaten mevcut aklınla onun içine düştüğün için çıkamazsın; bir ekstra akla ihtiyacın vardır!.. Bu yüzden, “bana akıl ver” dersin!.. Niye?
    Çünkü kendi aklınla o noktaya geldin! Kendi aklınla o noktadan çıkman mümkün değil!.. O noktadan çıkman için, ekstra akla gerek var!..
    İşte bunun gibi, o kişinin içinde bulunduğu durumu meydana getiren terkibini, kendisinin değiştirebilmesi mümkün değil!..
    Bunun için, ilâhî dediğimiz, Sıfat mertebesinden gelen; bir diğer mânâ ile, Allâh’tan gelen; terkipsizliğin gereği olan noktaya ve noktanın hükümlerine uyması lazımdır ki; kendi terkibinin kayıtlarından kurtulsun!..
    Veya kendi terkibini daha geniş mânâda tanıyabilsin!..
    Bu yüzdendir ki “İlâhî hükümler bütünüdür” dedik. Beşerî hükümler bütünü değil!..
    Bu sebepledir ki “beşer” adı altından gelmiş olan dinler, insanlık için kurtarıcı olamaz! Bir Konfiçyüs dini, insanlık için kurtarıcı olamaz!..
    Çünkü içinde bazı hakikatler olsa dahi; ki muhakkak hakikat yönleri vardır!.. Zira Konfiçyüs adı altındaki varlık da, Hakk’ın terkibidir!.. Hakk’ın terkibi olması itibarıyla, söylediklerinde mutlaka hakikat yönleri olacaktır!.. Ancak o hakikatler, kayıtlı hakikatlerdir!.. Terkipten doğan hakikatlerdir!..
    Terkipten doğan hakikatlerle, bütün terkiplerin, terkibiyetlerinden kurtulup Allâh’a vâsıl olmaları mümkün değildir!..
    Onun içindir ki, ancak ve ancak, beşer,“İlâhî Din” ile kurtuluşa erebilir. İlâhî mahiyet arz etmeyen dinlerle, beşerin kurtuluşu söz konusu değildir!..
    Nitekim... “ALLÂH İNDÎNDE DİN İSLÂM’DIR” diyerek; dinin ne olduğunu açıklama yönüne gidiyor, Kur’ân!..
    Burada dinin İslâm olduğu; ancak “İslâm” olacağı anlatılıyor!..
    Dinin “İslâm” olması ne demek?
    Dinin ancak “İslâm” olması şu demek:
    Terkipler, terkibiyetinin tabii neticesini ortaya koyar. Terkipler, terkiplerinin tabiatı dolayısıyla yani terkibiyetlerinin tabii neticesini ortaya koyması sebebiyle, ortaya koyuş mahalleri itibarıyla bulundukları ortamdan dışarıya taşamazlar, geçemezler!.. Çünkü, terkiplerinin sonucu o kadardır! O terkiple, o kadar güç elde eder ve o kadarla kalır!..
    İslâm Dini, değişik isimlerin mânâlarını ortaya koydurucu değişik isimlerin mânâlarını ağırlıklı olarak kuvveden fiile çıkartıcı fiillere seni sevkeder!..
    “Şu şu şu fiilleri yap” der! Sen bu fiilleri yapmakla, değişik isimlerin mânâlarını kuvveden fiile çıkartmak dolayısıyla da, senin terkibinde genişlemeler, güçlenmeler oluşur ve nihayet değişik bir ruhaniyet elde etme durumuna gelirsin; veya bir diğer ifadeyle enerji elde etme hâli hâsıl olur.
    Peki “İslâm” kişiden ne ister?..
    İslâm’ın kişiden ilk isteği “Kelime-i Şehâdet”tir...
    “Lâ ilâhe illâllâh” diyebilmen... Buna “şehâdet” etmen, sonra da bunu bildiren Zâtın “Allâh’ın Rasûlü” olduğunu kabullenmendir…
    Öyle ise geldik “Kelime-i Tevhid”e...

  • @googlemail6361
    @googlemail6361 3 роки тому +1

    Esma ül hüsna ile herseyın çözümü var. Unutmayın. Selametle

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +2

    Adem de Alläh´i Seyr 2.Bölüm
    “AN”ı zaman diye anlamamak lazım!
    Esasen “AN” kelimesi ile işaret edilen zaman boyutu; “DEHR” kelimesi ile tanıtılan varlığa aittir!.. Yoksa bizim beş duyuya nispetle var kabul edilen zaman boyutu ile, “AN” kelimesinin işaret ettiği mânânın hiçbir benzerliği söz konusu değildir...
    “DEHR” ise daha önce naklettiğimiz kudsî hadiste açıklandığı üzere Allâh’tır… Öyle ise, “AN” gerçeği itibarıyla Allâh katındaki zaman birimidir!.. Ve bu zaman birimi ancak “Zât” ve “Sıfat” tecellileri mertebelerine erişmişlerce bilinebilir...
    Yoksa avamın şartlanma yollu, beş duyu kaydından dolayı var kabullendiği zaman anlayışı ile burada kastedilen “AN” mânâsını anlayabilmek mümkün değildir…
    Avama göre zaman, fiiler mertebesinde, olayların birbiri ardına dizilmesi sebebiyle, birinin diğerine karşı durumuna verilen hükümdür…
    Bu boyutta ise fiil söz konusu değildir!..
    Bu ancak, “Zâtî ilmin kendine nazarı” diye tarif edilebilir.
    Kendine nazarı da; Zâtına nazarı, varlığına nazarı, kendindeki mânâlara nazarı olmak üzere, üç ayrı bölümde incelenebilir...
    Zâtına nazarı, Zât mertebesini; Sıfatına nazarı, belli sıfatlarını bilmeyi; Esmâ mertebesinin tabii ve zaruri sonucu olarak var olan Efâl mertebesi de, mevcut olan mânâlarına nazarıdır!
    Mânâlar mutlaka, kendi mânâları istikametindeki fiilleri doğururlar!..
    İşte, kendinde mevcut mânâların tabii sonucu olan fiillerin ortaya çıkış noktası, “yaratmanın” başlama noktasıdır!
    Bu noktada, âlemler yaratılmıştır!..
    Kesret-çokluk bu noktada meydana gelmiştir...
    Bu noktada varlık ve yokluk; bu noktada Hâlık ve mahlûk; bu noktada Rab ve abd mânâları, fiile dönüşmüştür.
    Fiil mertebesindeki fiilleri meydana getiren fâil, o fiillerin mânâlarıdır ki; o mânâlar, O Zâtın kendinde bulduğu mânâların ortaya çıkıp çıkmaması ile alâkalı olan mânâlardır... Yani belli ilâhî isimlerin mânâlarının, aşikâre çıkması veya çıkmasındaki şiddeti zuhuru, neticede bu fiilleri meydana getirmiştir… Ki bu da dilemesine bağlıdır!..
    Efâl mertebesinin özünde mevcut olan hayatiyet, o varlıktaki Kudsi Ruha, Ruh-ül Kuds’e aittir!..
    “Kudsî Ruh” denir, “Küllî Ruh” denmez!.. Çünkü “küllî”nin karşılığı olan “cüz”iyet Ruh için söz konusu değildir!..“Ruh”un “cüz”lüğü olmaz!.. Ruh’un cüziyeti, cüzleri olmayacağı içindir ki, bütün varlıktaki Sâri Ruh, Tek Ruh kastedildiği zaman, Kudsî Ruh tâbiri kullanılır…
    Bütün isimlerin mânâlarının mevcut olması ve tüm varlığa yayılmış, sâri olması hasebiyle de bu, Kudsî Ruh’ta mevcut olan tüm isimlerin mânâları, bütün isimlerle anılan varlıklarda mevcuttur.
    Bu itibarla, kâinatta mevcut olan tüm varlıklar, bu Kudsî Ruh’un mânâlarının birbiri tarafından görülmesinden başka bir şey değildir!..
    Varlığın tümüyle, bu mânâlardan ibaret olması hasebiyle ve bu mânâların bakış açısı itibarıyla; Efâl mertebesinin varlığından söz etmek mümkün değildir!..
    Çünkü Efâl mertebesinin varlığı, bir diğer bakana nispetledir. Bir arının dünyası ve âlemi ayrıdır; bir insanın dünyası ve âlemi ayrıdır; bir atomun milyonda bir küçüklüğünde olan bir mezonun dünyası ayrıdır.
    Saniyenin on milyonda biri kadar olan bir süre içinde, doğan, büyüyen, çoğalan ve yok olan varlık ve on milyar senede kemâle ulaşıp bir o kadar sene sonunda yok olan varlık; her biri kendi boyutuna göre vardır, kendi yaşam ölçüsüne göre vardır; fakat bir diğerine nispetle, o varlığın varlığından söz etmek de mümkün değildir!..
    Bu böyle olduğuna göre çıkan sonuç nedir?
    Çıkan sonuç şudur:
    Âlemlerin Rabbi olan Allâh, yarattığı âlemlerde Zâtı ile mevcuttur!..
    Bu âlemlerde, her zerrede, kendinden gayrı bir varlık olmadığı gibi; kendi mânâlarını da gene kendisi seyretmededir!..
    Öyleyse “yaratma” dediğimiz olay, mânâların fiiller mertebesinde aşikâre çıkışıdır!.. Fiiller mertebesinde aşikâre çıkan her bir fiil yaratılmıştır!..
    Yaratılmış, çeşitli isimler alır... İnsan, maden, hayvan vs… Ve bunlar, bütün yaratılmışlıklarına karşılık, varlıklarını tümüyle Hakk’tan alırlar!.. Hakk’ın varlığı ile kaîmdirler.
    Hakk’ın varlığı ile kaîm olmaları, kendilerinde “Kayyum” isminin mânâsının mevcut olmasındandır!..
    Her biri, kendi yönünde ne yapması gerektiğini bilir!.. Çünkü, “Aliym” ismi de kendilerinde mevcuttur!..
    Ancak bu isimlerin o fiil mahallinde aşikâre çıkmaları, o mahallin “kabiliyet ve istidadına” yani bu mânâları aşikâre çıkarmada pay alışına; hisse alışına göredir!..
    Her bir mânâ, neyi gerektiriyorsa, o mânânın gerektirdiği fiil, oradan aşikâre çıkar. Bu fiilin ortaya çıkması da Allâh’ın dilemesinden başka bir şey değildir!..
    Rabbin Allâh’tır!.. Sen Rabbinin kulusun!.. Rabbinin kulluğunu yerine getirmen yönünden; Allâh’ın emrini yerine getirmiş olursun!.. Ama Rabbinin emrini yerine getirmen yanı sıra, Allâh’ın yerine getirmeni istediği, bütün emirleri yerine getirmekle mükellefsin!.. Bu mükellefiyetini yerine getirmemenin neticesi ise, “Nefsine zulmetmek” ve bundan dolayı da “azap”adüçar olmaktır…
    Zira “nefsinin hakikati”, “Allâh’ın hakikati”dir...
    Nefs, bir şeyin Zâtıdır… Oysa, varlığın Zâtı, Allâh’tır!..
    Sen nefsine zulmetmekle, Allâh’ın hakkını vermemiş oluyorsun!.. Bunu yapmanın sebebi de yaratılmışlığın hükmü altında, varlığının hakikatini müşahede edememendir!..
    Eğer bilirsen ki, ne yönden kulsun, ne yönden Rab; ve bilirsen ki Allâh senin nendir; ve bu bildiklerinin hakkını yerine getirirsen, işte o zaman ilâhî saadete ermiş, Allâh’a vâsıl olmuş, Dünya’da iken cennete girmişlerden olursun!..

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +1

    38:55 dak
    Veleyetin de kemâl dereceleri var: 2.Bölüm
    “Veliyy-i Mükemmel” var, “Veliyy-i Kâmil” var, “Veliyy-i Mukarreb” var!.. Yüksek kemâlât dereceleri... Onlardan söz etmiyorum... Bunlar da “ölmeden önce ölmek” denilen hâlin Ayn-el yakîni ile gerçekleşir!..
    “Ölmeden önce ölmek” denen sırrın Hakk-el yakîni ise ancak “Mardiye nefs” kemâlinde gerçekleşir!.. “FETH” hâli de bunun sonucudur!.. Bunun ehli de Dünya üzerinde ancak onlarla sayılır!..
    Yani, ehline mutlak mânâda teslim olmadan, ölmeden evvel ölme hâli kesinlikle gerçekleşmez. Teslim olma hâli de, ancak ve ancak, bu işin bütün boyutlarını anlayıp bildikten sonra, bir milyon kişi içinden çıkabilecek bir kişiye nasip olabilir.
    Çünkü, her ne kadar sözde, şartlanmalar atılacak, huylar atılacak, bedene sahip çıkma hâli atılacak vs. diyorsak da, bunları fiiliyatta tatbik edebilecek babayiğit çok azdır!..
    Lafını herkese konuşuruz, ama kendimize gelip iğne dokunduğu zaman, cayır cayır bağırırız...
    Şimdi kıssadan hisse...
    Allâh selâmet versin, iyi bilir, Mazhar’ın anlattığı çok güzel bir hikâye var. Mevlâna’dan naklen anlatır;
    Adamın biri görmüş sırtına dövme yaptırmışları, heveslenmiş, aslan dövmesi yaptırmaya gitmiş...
    − Bana da, demiş, aslan dövmesi yap!..
    − Peki, demiş dövmeci; benim mesleğim dövme yapmaktır. Gel, otur dövmeyi yapayım...
    Dövmeci başlamış iğneyi batırmaya...
    − Ayy! Ayy! diye başlamış bağırmaya adam... Ne yapıyorsun arkadaş; canım çok yanıyor!..
    − Aslanın yelesini yapıyorum, demiş...
    − Aman, demiş, yelesini yapma, başka yerini yap!..
    Dövmeci başlamış bu sefer sırtının başka yerlerine iğneleri batırmaya... Adam gene bağırmaya başlamış:
    − Aman, dur! Yapma, çok acıyor, neresini yapıyorsun?
    − Aslanın pençesini yapıyorum...
    − Aman pençesini de bırak, başka yerini yap!..
    Dövmeci gene başlamış iğneleri batırmaya...
    Bu defa gene bağırmış adam:
    − Yine neresini yapıyorsun aslanın?.. demiş.
    − Kuyruğunu!..
    “Ben vazgeçtim kardeşim, katlanamam bu aslanın acısına!..” demiş “Aslandan da vazgeçtim, dövmesinden de...”
    Adam çekmiş gitmiş!..
    Şimdi o hesap, Mazhar’ın da dediği gibi, “vahdet” dövmesinin lafını çok eder, sohbetlerini yaparız da; iğneler batmaya başladı mı, kaçımız dövmecide kalır, o meçhuldür!..
    Onun için, biz bugün ne yapabiliyorsak, o canımız gibi bağlandığımız, tapındığımız nesnelerden ne kadarcık kendimizi kurtarmaya çalışırsak, cehennemdeki alevimizi, ateşimizi de o kadarcık azaltmış oluruz.
    Zira bugün, bize o kadarcık azap veren nesneler, ölüm ötesinde sayısız boyutlarıyla, ebatlarıyla çok daha acı azaplar verecektir. Bunu böylece bilelim...
    Bugün bize azap veren her olay, gelecekte çok çok büyük boyutlarıyla yarın daha fazlasıyla bize azap verecek!..
    Buraya kadar anlattıklarımızı özetlemek gerekirse:
    Hakikat, Dünya’da yaşanırken idrak edilecek, hissedilecek ve de yaşanacak bir olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması mümkün değildir!..
    Allâh’ta kendini yok etmek, yani fenâfillâh muhaldir!.. İkinci bir varlık yoktur ki, o kendini Allâh’ta yok etsin!..
    Vehmini terk edip kendi hakikatini tanımaktır esas olan...
    Şeriat ve tarikattan amaç, “hakikate” ermektir!..
    Eğer “yol” yani “tarîk”, “hakikate” ulaştırmıyorsa kişiyi, demek ki o “tarîk”, yol olma vasfını yitirmiş, artık bir tür dernek olmuştur!..
    Korku atılmadıkça, vehmin terki mümkün değildir!..
    Vahdet idrak edilemez, vehim terk edilmeden!..
    Bütün bunlar, deli divanelikle değil, şuurla hâsıl olur.
    Kendini tanımaktan mânâ; bedenini veya vücudunda ki “nefs”ini tanımak değil, aslın olan küllî mânâdaki “nefs”i tanımaktır.
    Gerçek benliğin, hakikatin de o “nefs”tir ki, bu “nefs”in ne olduğunu geniş ölçüleri ile 17 no’lu “NEFS” isimli kasetimizde derinlemesine izah ettik. Bundan sonraki kitabımız olan “BİLİNCİN ARINIŞI” isimli eserimizde “Nefs” hakkında detaylı bilgileri açıkladık.
    Vücudunu yok etmeyi ileri sürenler muhali söylemektedirler, meselenin aslını bilmediklerinden dolayı... Vücud yok edilemez... Çünkü, vücudunun varlığı Hakk’ın Esmâsı ile kaîmdir.
    “Zâhir” ve “Bâtın” ayrı ayrı şeyler olup, ikisi de “O”dur değildir... “Zâhir” ve “Bâtın” aynı Tek şeydir!..
    Öyleyse iki ayrı şey sanıp çiftlikte yaşayanlardan olmayalım!
    “Evvel”, “Âhir”, “Zâhir”, “Bâtın” isimleriyle hep “O”, yani “Tek” ifade edilmektedir!..
    “O”, “Vâhid” ve “Ahad”dır... Yani bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılması mümkün olmayan, “ALLÂH”tır. Çokluk yani kesret görüntüsü ise vehim ve şartlanmalar ile beş duyunun kapasitesi yüzünden meydana gelmektedir.
    “Âlemler” isminin müsemması da O’dur!.. Çünkü gayrısı yoktur!..
    “Lâ mevcûda illâ HÛ” demek, “mevcudat yoktur, O vardır” demektir!..
    Yoksa, mevcudat vardır da, işte o mevcut olan şeylerin toplamı O’dur, demek değil...
    Küllî akıl, denen tek akıl, O’nun ilim sıfatının tafsilinden başka şey değildir.
    “O ve O’ndan meydana gelmiş bir âlemler” müşahedesi, perdesi kalkmamış olan kişideki, Nûr perdelerinin meydana getirdiği düşüncelerdir.
    Tek tek, her nesnenin, “Allâh” dediğini duymak, kesrette olana ait bir hâldir. Ve bunu ifade eden kişi, henüz Tek’liğe ulaşamadığının, perdeli olduğunun açıklamasını yapmaktadır.
    Gerçekte, âlem Tek varlıktan ibarettir. Yani, tek bir yapıdır!.. Tek’in teklerinin tek tek zikri olmaz!..
    Hz. Âli; “Görmediğim Allâh’a ibadet etmem” demiştir.
    “Hiçbir şey görmem ki, evvelinde Allâh’ı görmüş olmayayım” demiştir Hz. Ebu Bekir...
    “O” her şeydir ve her şey “O”nun Efâl mertebesindeki görüntüsüdür... Kesret âlemi de budur!.. Vahdeti anlamak üzere yola çıkmış kişilerce çıkılan ilk basamak budur!.. Ama dikkat edin, ilk basamak dedim...
    Esmâ mertebesi ise, sırf mânâlardan ibarettir. Bu boyutta madde ve mikrodalga-ışınsal yapılı varlıklar mevcut değildir.
    Vâhidiyet; Tek varlığın kendini tanıması, Sıfat mertebesidir, Ceberût âlemidir.
    İşte bu sohbetimizde şu sıraladığım hususları açıklamaya çalıştık...
    Yanlış bilinen bir husus var...

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +1

    1:28:40 dak Dinin temelindeki bilimsel gerçekler nelerdir?..
    Din niçin gelmiştir?..
    Ölüm ötesine niçin inanmak zorundayız?..
    İnsan denilen varlık nedir?.. Nasıl oluşmuştur?.. Hangi tesirlerin hükmü altındadır?.. Neleri meydana getirebilme özelliklerine sahiptir?..
    Dinle emrolunan bir kısım fiillerin ardındaki gerçekler nelerdir?..
    Evet, bunlar gibi nice soruların cevaplarını açıklamak gayesiyle hazırlanmış bir kitaptır elinizdeki.
    Evren, insan, ölüm ötesi yaşam!..
    İnsan nereden geldi? Neden geldi? Nasıl geldi? Nereye gidiyor?..
    İnsan denilen varlığın sahip olduğu eşsiz hazine BEYİN!.. Beyne verilmiş, hayalimizden bile geçiremediğimiz sayısız özellikler!..
    Bugüne kadar, gerek okuma, gerekse dinleme yoluyla edindiğiniz bilgilerden çok çok değişik bakış açılarını sizlere bu kitap ile ulaştırmaya çalışacağız.
    Esasen bu kitap iki ana bakış açısını izah etmektedir:
    a. ZÂHİR yönüyle, dinin dayandığı gerçekler.
    b. BÂTIN yönüyle, dinin insana idrak ettirmek istediği HAKİKATİ.
    Belki bazı bölümlerini birkaç defa okumak gerekecek konuya adapte olabilmek için. Zira genelde, hakkında pek az konuşulan konular bunlar... Düşünen, düşünmek isteyen beyinlere hitap etmek üzere hazırladık!..
    Taklit yoluyla meseleyi kabul edip, o kadarıyla yetinmek isteyenlere söyleyecek hiçbir sözümüz yok!.. Seslenişimiz TAHKİK ehlinedir!..
    “İnsanın şerefi aklıyladır” hükmünce, akıl sahiplerine hitap etmeye çalışıyoruz.
    23 senelik maddi-manevî araştırmalarımızın neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın lütfetmiş olduğu ilmi sizlere takdim ediyoruz. Bu çalışmalarımızın zâhir yönü itibarıyla derinliklerinde öncelikle başta Kütübi Sitte diye bilinen hadis kitapları ile, bunların dışındaki bir kısım hadis külliyatları; ileri gelen tasavvuf büyüklerinin görüşleri, temel teşkil etmektedir. Bâtını itibarıyla ise Cenâb-ı Hakk’ın indînden ihsan ettiği kadarıyla bir ilim; müşahede, sayısız mânâlar...
    Kul kusursuz olmaz, hükmünce yanılmış olduğumuz hususlar olabilir. Ama şurası kesinlikle bilinmelidir ki, yapılmış olan bütün çalışma, günümüz ilminden de yararlanılarak, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın işaret ettiği, açıkladığı gerçekleri anlama gayesine oturmuştur. Şayet siz, bizim anlattığımızı bir âyet ve hadise ters düşüyor şeklinde anlarsanız, hemen sözümüzü bir yana bırakın ve o âyet veya hadis ile amel edin. Zira, kim olursak olalım, istisnasız hepimiz sadece Allâh Rasûlü’ne tâbi olmak ile mükellefiz!.. Ölüm ötesi yaşamda bundan sorulacağız.
    Şunu da ilave edelim ki...
    Astrolojinin din içindeki yeri, KADER konusuyla yakın alâkası dolayısı ile bu hususlara oldukça önemli yer verdik.
    Astroloji, insanın yapısını tanıması için günümüzde oldukça önemlidir.
    Geleceğe dönük hükümler çıkartmak, falcılıkta bulunmak yönüyle ise bâtıl!..
    Zira bu hususta öylesine çok geniş kompozisyonlar söz konusudur ki, bilgisayarlarla bile işin içinden çıkmak mümkün değildir.
    İmam Gazâli’nin “İhya-u Ulûmid’din” adlı eserinde, ashabın âlimlerinden olarak bilinen İbni Abbas (radıyallâhu anh)’ın şöyle dediği yazılıdır:
    “‘O Allâh ki, yedi semâ yarattı ve arzdan da onların bir mislini! Emir (hüküm - iş) onların ARALARINDAN sürekli- kesintisiz inzâl olur!..’ (65.Talâk: 12) âyeti celilesinin tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız.”
    Bir başka nakilde de: “Beni tekfir ederdiniz!..”
    Gene aynı yerde Rasûl-ü Ekrem’in çok yakınındakilerden biri olan Ebu Hureyre (radıyallâhu anh) şöyle dediği kayıtlıdır:
    “Rasûlullâh Efendimiz’den iki kap ilim aldım, birini dağıttım. Eğer diğerinin ağzını açsam, bu kelleyi uçururdunuz!..”
    Ashabtan önde gelen ve âlim sayılan bu zâtların anlayışsızlar tarafından “tekfir” edilmesine, ya da boğazının kesilmesine kadar yol açacak “SIRLAR” acaba nelerdir?..
    Şunu kesinlikle bilelim ki...
    Din, bugün çoğunluğun sandığı gibi yüzeysel emirler-yasaklar bütünü değildir!..
    Dinde öyle “SIRLAR” vardır ki, bunlara muttali olan bir kişinin, bütün hayatı değerlendiriş şekli mutlaka değişir!.. Ve bunlar ancak yüksek tefekkür gücüne sahip olarak yaratılmış beyinlere has ilimlerdir!..
    Öyle ise, bizler de artık beyinlerimizi çalıştırıp, beş duyuyla kayıtlı mahlûklar olarak yaşama seviyesinden; Allâhû Teâlâ’nın kendisine “HALİFE” olarak meydana getirdiği, “en şerefli” olma mertebesine ulaşalım!..
    Unutmayalım ki, dünyaya bir daha geri dönüş söz konusu değildir... Şu anda neler elde edebilirsek, ebedî bir yaşam boyunca onlarla yetinmek zorunda kalacağız.
    Allâh hepimize hakikati idrak ettirecek ilmi ve onun ile hâl sahibi olmayı nasip etsin!..

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 років тому +1

    Ademde Allâh’ı Seyirm 1.Bölüm
    Allâh’ı seyir bâbında…
    “Allâh’ın Zâtını tefekkür etmeyiniz” emrince Zâtı hakkında bir şey söyleyemiyoruz!.. Fakat Allâh’ın vasıfları sadedinde “Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelâm, Semi, Basar” vasıfları ile muttasıf bir varlık olduğunu idrak edebiliyoruz.
    Bu yedi vasıf, tabii olarak bÂlir sekizinciyi tanıtır...
    Bu sekizinci vasıf, “Tekvin” sıfatıdır!..
    “Tekvin”; kevne getirme, kevni meydana getirme mânâlarına anlaşılır...
    Yani Hayy olan, Aliym olan, ilmini Müriyd yani iradesi, dileği istikametinde fiile döken varlık; bu sıfatların sonucu olarak Tekvin sıfatı ile de muttasıftır.
    Bu “Tekvin” sıfatını bazıları, yaratma diye tercüme eder. Kevni meydana getirme!.. Varlığı meydana getirme!.. Ancak bu kevni meydana getiriş, muhakkak ki rastgele ve dışardan alma ile olmaz; kendinden olur!..
    Mâdemki kendinden gayrı bir varlık yoktur!.. Kendinden gayrı bir varlık olmaması hasebiyle Tekvin olayı, kendinden meydana gelecektir!..
    Kendisi bir fiil ortaya koyar, bu ortaya koyduğu fiil de muhakkak ki bir mânâ taşır...
    Şimdi dikkat edin buraya…
    Şu vasıflarla muttasıf olan Zât, herhangi bir fiili ortaya koyar... Kendinde mevcut olan ilme dayanarak, bir fiili ortaya koyar ve bu fiil bir mânâ taşır; bu mânânın gereği olarak, bu fiile bir isim veririz. Bu fiile verdiğimiz isim, esasında o fiildeki mânâya olur!.. Dolayısıyla bu mânâ, meydana getirenin kendinde mevcut olan bir mânâ olur.
    Kendinde mevcut olan bir mânâ olur ama, o mânâ ile de, o mânâyı meydana getiren kayıtlanmaz!..
    Bu nasıl olur?.. Hem mânâyı meydana getirir, hem de o mânâ ile kayıtlanmaz!..
    O mânâ kendisine ait!.. O mânâyı kendisi ortaya koyar, fakat o mânâ gibi daha pek çok mânâları da ortaya koyar!.. Ve dilediğini, dilediğince yapabilir!..
    Demek ki bu husus, dileme yani irade ve iradenin sonunda da dilediği yapma kudretini ortaya koyma… Böylece Tekvin sıfatı ortaya çıkar. İşte bunu anlatan âyet:
    “…Kesinlikle Allâh irade ettiğini yapar (ilminden açığa çıkmasını irade ettiğini kudretiyle oluşturur; İlim - İrade - Kudret).” (22.Hac: 14)
    “…Muhakkak ki Allâh dilediğini yapar.” (22.Hac: 18)
    Bu âyetler; irade ve kudret sıfatlarının mevcudiyetini ifade, anlatma bâbında…
    Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) bu âyetleri bize naklederek, ulaştırarak; Allâh’ın dilediğini ortaya koyma durumunda olduğunu ifade ediyor...
    Dilediğini ortaya koyma durumunda olan bir varlık, herhangi bir şeyle kayıtlı olamaz! Mümkün değil!..
    Kayıt varsa, dilediğini yapma hükmü yoktur!.. Dilediğini yapma hükmü varsa, kayıt altına girmez.
    Âlem, kâinat diyoruz veyahut âlemler diyoruz. Bu iki isim de netice itibarıyla, yaratılmıştır!..
    Nasıl yaratılmıştır?
    Dilediğini yapan tarafından, yoktan var edilmiştir!..
    “Yoktan var edilmiştir”...
    Peki… Yoktan var edilmek ne demektir?
    Bunun izahına girerken hemen bir âyeti hatırlayalım;
    “Dehr’de insanın anılmadığı bir süreç yok muydu!” (76.İnsan: 1)
    Yani, insan isminin müsemması olan mânânın, o zamanda henüz varlığı yoktur!..
    Bu hangi zamandır? Bu zaman değildir!.. Boyuttur!.. Zaman başkadır; boyut başka!.. Burada anlatılan zaman değil, boyuttur! Sıfat mertebesi dediğimiz, “Vâhidiyet” mertebesinde, mevcut vasıflarıyla kendisinin olması hâli… Bu boyutta henüz isimlerin mânâları söz konusu değil…
    İsimlerin mânâları söz konusu olmadığı yerde, boyutta, bu isimlerin mânâlarından oluşan varlıklar da söz konusu değil!..
    Öyle ise Sıfat mertebesi dediğimiz mertebe itibarıyla, yaratılma söz konusu değil!..
    Bu boyutta kendi vasıflarıyla kaîm olan varlığın, kendi varlığını, varoluşunu bilişi söz konusu...
    Buradaki ilim, Sıfat mertebesindeki ilim sıfatıdır! Sıfat mertebesindeki ilim, Allâh’ın kendine olan ilmidir!.. Kendi mevcudiyetine, sıfatlarına ait olan ilimdir. Kendi vasıflarını tanıması, bilmesi yönünden olan ilimdir...
    Esmâ mertebesindeki ilim ise, isimlerin mânâlarını kendinde müşahede etmesi ile ilgili ilimdir. Bu ikisi arasında, boyut farkı vardır!..
    Boyut farkı ne demek?.. Boyut farkı, ilâhî olan ilmin yani Zâtî olan ilmin;
    1. Kendi varlığına,
    2. Kendi mânâlarına,
    3. Ve bu mânâların neticesinde oluşan fiillere bakışıdır!
    Boyut farkı budur!.. Zaman; Efâl âlemi için itibari olarak geçerli olan bir tâbirdir... Mertebeler arasındaki olay ise zaman olayı değil, boyut olayıdır!..
    Allâh, Zâtından Sıfatına, Sıfatından Esmâsına tenezzül etti diye tarif edilmek istenen şey, bu boyut farkıdır! Ve bu, bir “An” olayıdır!..

  • @avavanouva1507
    @avavanouva1507 3 роки тому

    Yorumlara baktımda dizi izlemekten beyinleri saman olmuş kişiler yorum yapmış anlamıyorsnız izlemeyin kardeş zorla değil anlamak için bi alt yapın olması lazım

  • @husnawoman9139
    @husnawoman9139 2 роки тому

    Allah affetsin Veysi beyi çok benimseyememiştim. Cündioğlu gibi sülfi bir ağırlık, şahsiyetinde olmayan bir vakar ortaya koymaya çalışıyordu. Bence.

  • @husnawoman9139
    @husnawoman9139 2 роки тому

    Ekrem hocamın yerine ben geriliyorum, ifadelerin abukluğundan 😬😬

  • @antinkuntin5452
    @antinkuntin5452 3 роки тому

    „Dinin tek meselesi allahtir ve öyle de olmalidir“ diyor hoca. Burdan benim cikardigim bir görüs/anlayis var.... var mi bu anlami cikarn baskalari?

  • @FnsconsultBlogspotFKCLTL
    @FnsconsultBlogspotFKCLTL 5 років тому +2

    Hoca kendi çizgisini güzel konsolide etmiş. Tabiki sonuç yorumlarına katılmıyorum.

  • @RealTakunia
    @RealTakunia 5 років тому +1

    Temel bir takım hataları olmasa, ne kadar güzel konuşuyor deyip, bir tarikata kendini atası geliyor insanın. Örneğin dinin insanı özgürleştirmesi, din olmadığında özgürleşmenin mümkün olamayacağı önermesi çok yavan. Tabi bu kadarcık bir videoda konuşmacının düşünce sistematiğini anlaması mümkün değil, haksızlık etmemek için, bu kadarlık bir yorum yeter.

  • @20unkown13
    @20unkown13 5 років тому

    Yukarıda herhalde kopya var. Hoca sürekli oraya bakıyo

  • @kemalyonucu1097
    @kemalyonucu1097 5 років тому +4

    Demek ki, çok konuşup bir şey anlatamamak profesör olunca gerçekleşiyor...

  • @klcaslan6799
    @klcaslan6799 4 роки тому +1

    Boş dıriltı

    • @avavanouva1507
      @avavanouva1507 3 роки тому +1

      Kafan almıyor dimi

    • @klcaslan6799
      @klcaslan6799 3 роки тому

      @@avavanouva1507 kafam aliyorda kafası almiyor..

  • @makarmagadanov2864
    @makarmagadanov2864 4 роки тому

    İfade gücü çok zayıf hocanın malesef, kendisi de itiraf eder zaten

    • @amine9038
      @amine9038 3 роки тому +1

      Hoca anlatmak istediği şeyi gayet güzel ifade ediyor, maksadı neyse dinleyici tam olarak o şeyi anlıyor. Ama siz ucu açık filozofik laflar dinlemek istiyor gibi görünüyorsunuz, eğer öyleyse dücane çok iyi hem şişi hem kebabı yakmama konusunda..

  • @yahyacakr3361
    @yahyacakr3361 5 років тому

    Hoca kant ı ne dediğini tam anlamamış marx ın sözünüde lenine yazdı tasavvuf da yolundan çıkardı