Öbür hocalarım kusura bakmasın yasin hocanın anlatımı daha bir hoş ağzınıza sağlık ALLAH sağlık sıhhat versin çümlemize ALLAH sizin gibilerini eksik etmesin
Programı yeni izleme şansım oldu,izlerken kendimi zor tuttum Fatih ÇITLAK beyin saygısızca sürekli söz kesmesi çok seviyesiz olmuş,Yasin hocamın da duruşu çok güzel...
Reklamları kaldırmak için videoyu açtığınızda sonuna bir kaç saniye kala ileri sarın ve videonun bitmesini bekleyin reklamlar sona doğru kalkıyor ardından tekrar videoyu oynatın,geriye hiç bir reklam kalmıyor.
Kabir Sorgusu Sorular hiç bitmiyor!.. Öğrenilecek şeyler sonsuz!.. Öğrenecek süreç kısa... Üstelik pek çok gerçek 1400 yıl öncesinin o günkü toplumsal şartları içinde açıklanmış, sembollerle, mecazlarla, işaretlerle... Şimdi gene düşünmeye başlayalım... Bir sahih hadiste, kişi mezara konduğunda Münker ve Nekir adlı iki meleğin şu soruları soracağı bildirilir; “Men Rabbüke? Men Nebiyyüke? Ma Kitabüke?” Bu hadisle ilgili çeşitli sorular, olayı daha iyi anlamak isteyenler için akla takılabilir... Mesela... Bu melekler nedir? Nereden gelmektedir? Nasıl gelmektedir? Sûretleri kendi orijin, devamlı sûretler midir, yoksa kişiye göre değişken midir? İstisnasız, her ölen insan bunu yaşar mı? Melek kavramı ile ilgili önceden yazdıklarımızı hatırlarsak... Melek; eni boyu, şekli, hacmi, ağırlığı olmayan; kısaca, bildiğimiz madde şartlarıyla alâkası olmayan bir yapıyı tarif etmektedir. Bu durumda da bir mekânsal geliş elbette söz konusu değildir!.. Hatta varlık âleminde belki bir katmandır veya boyuttur diye söylenebilir. Bu durumda evrende var olan varlığın holografik esasa göre yaratılmış olduğunu düşünürsek, bu ve diğer isimlerle adlandırılan tüm meleklerin (ya da melekûtun) yani kuvvelerin insanın varlığında bir boyut olarak yer aldığını ve dışardan gelmesinin söz konusu olmadığını fark ederiz. Şimdi bu durumda asli yapısı itibarıyla “NÛR” olarak tarif edilen bu meleklerin (melekelerin) kişi bilincinde, kişinin veritabanına ve hâleti ruhiyesine göre beynin oluşturduğu sûretlerle açığa çıktığını anlarız. Beyindeki tüm verilerin ruha yüklenmesi ve artık kişinin ruh bedenle yaşaması dolayısıyla, Dünya’daki veritabanı bu süreçte de aynen geçerli olmaktadır. Demek oluyor ki, her kişinin hakikatinde bir boyut olarak yer alan bu sorgulama kuvvesi, her kişi kabre konduğunda, kişinin bilincinde açığa çıkıp, içinde bulunduğu yeni boyut şartları konusunda kendisini sorgulamaktadır!.. İşte kişideki bu sorgulanma yukarıdaki üç konuda olmaktadır. Niçin men “ilâhüke” değil de “Rabbüke” denmektedir? Bu soru kelimeleriyle anlatılmak istenen şey nedir? İlâhiyet bir dış varlıktan söz eder. Rubûbiyet ise varlığın oluşumunda, onun özündeki bir boyuttur. Bu sorunun cevabı, o ortam şartları içinde, hâl ve HİSSEDİŞE DAYALI OLARAK, kendisinde otomatik olarak açığa çıkan bilgi ile “Rabbim Allâh”tır olmalıdır... Hatta, “B” sırrına dayalı bir biçimde!.. Tekrar uyarayım, cevap, kuru lafız olarak değil, papağan tekrarı kelime olarak olmayacaktır!.. Buradaki sorgulama bir yaşam şekli ve sürecidir; test usulü bir sorgu değil!.. Hemen her kişi ölümü tattığı anda bir şok yaşar âdeta!.. Zira dünya yaşamında hiç düşünemediği kapsamda, değişik bir yaşam türü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu evrede HER kişi tüm geçmişini sorgulamak durumundadır otomatikman... Yanlışları ve doğruları neydi acaba? Evet, kabir âlemine geçen HER kişi içine girdiği bu yeni ortam ve şartlar doğrultusunda MECBUREN bu defa inancını sorgulamaya; inanç ve ölüm ötesi yaşama hazırlık konularında nerede isâbet edip, nerede hata ettiğini tespit etmeye başlar. İşte bu süreç, Münker-Nekir adlı meleklerin kendisinde açığa çıktığı evredir. HER kişi, kendisine tümüyle değişik gelen bu ortamda, içinde bulunduğu yaşamın gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu sorgulamak durumundadır. Dünya’da iken yaşanmış olan iki tarz yaşam vardır... Ya “Allâh” ismiyle işaret edileni anlamak ve bu anlayışa dayalı olarak dünya yaşamını, tarzını tercih etmiş olmak... Ya da bu gerçeği fark edememiş olarak; bir dış objeye, ötede, öteNde bir tanrı-ilâh var zannı içinde, sistemin gerçeklerine uymayan yaşam tarzı ile dünya yaşamını noktalamış olmak!.. ŞUNU FARK EDELİM... Çeşitli isim ve sıfatlarla anlatılan olayları, genelde yaptığımız gibi, bu isim ve sıfatların anlamından yola çıkarak deşifre etmeye kalkarsak bu çok çetrefilli bir yoldur ve olayın gerçeğine isâbet etmemiz de hayli güçtür!.. Çünkü kelimeler yaşanılanı anlatmada hayli yetersizdir. Bu yetersizlik dolayısıyla da kelimelerden gerçeğe ermek hayli zor olur. Bunun misalini şöyle vereyim. Bir rüya görürsünüz ve o süreçte neler yaşarsınız, hissedersiniz. Ancak uyanıp da bunu bir başkasına anlatmaya kalktığınızda rüyada görüp yaşadıklarınızı ne oranda karşınızdakine aktarabilirsiniz kelimelerle!?? İşte Rasûller ve Nebiler de bilinç boyutu algılamasında, zaman zaman vizyonlarla da desteklenen bir biçimde, pek çok şey algılar ve yaşarlar; ama ne çare ki bunları kelimelere dönüştürerek karşılarındakilere anlatmak durumunda kaldıklarında son derece yetersiz kalırlar anlatımda. Bu sebepledir ki, bize böyle bir kelimesel bilgi ulaştığında, acaba yaşanılan neydi ki bu kelimelerle bize aktarılmaya çalışıldı diye düşünmek, konuya nüfuz edebilmek için son derece yararlı bir yoldur. Buna karşılık, “yaşanılan neydi” deyip onu algılamaya çalışarak, “hâlden kâle gelmek” gerçekten çok kısa ve net bir yoldur. Kelimeler ise insanın hissedip yaşadıklarını anlatmada çok yetersiz ve zayıftır. Tekrar gelelim ana konumuza... Kişi; “Allâh” adıyla işaret edilen gerçeğine uygun yaşamışsa; acaba, bunun yanı sıra, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri de değerlendirip, yaşamına buna göre yön verebilmiş midir?.. Burada niçin “men Rasûlüke” denmiyor da, “men Nebiyyüke” deniyor? Oysa gerek kelime-i şehâdette gerekse Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyette hep “Rasûle iman”dan söz edilmektedir. Bunun iki cevabı var... Birinci cevap şu... Risâlet kemâlâtı, varlığın hakikatinden haber verir... Bu da ilk sorunun cevabıyla alâkalıdır. İkinci cevap ise... İçinde bulunulan şartlarda kişiye yarar sağlayacak şartlar, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri değerlendirmiş olup olmadığıdır. Mesela, ibadet adıyla işaret edilmiş çalışmalar, hep Nübüvvet kemâlâtıyla tespit edilmiş, insanın ölüm ötesi boyuttaki ihtiyaçlarına yönelik gerekli çalışmalardır. Kişi bu ibadetleri yerine getirerek, belirli enerjiler, kuvveler kazanır ve bu kuvveler ile, içinde bulunduğu ortamın kendisine azap veya sıkıntı verecek olan şartlarına karşı koyar. Eğer Nübüvvet kemâlâtından gelen bu bilgileri değerlendirmemişse, bu yolda yapılması zorunlu ibadet ve çalışmalar yapılmamışsa, bu defa o çalışmaların getirisi olan nûrdan, enerjiden, kuvvelerden mahrum kalacağı için kabir azabı çekmeye düçar olur!.. Kabir azabı; kişinin geçtiği boyuta dünya yaşamında hazırlanmaması, edinmesi gereken kuvveleri edinmemesi, ruh bedenini yeterli ölçüde kuvvetlendirmemesi dolayısıyladır fark edileceği üzere...
Evet, bilimin sonu yoktur lakin, böyle KABİR AZABI gibi, kimsenin kanıtlayamadığı ve dolayısı ile sadece belli gayeler için iddia edilen savlara dayananlar değil.
58:20 dak1. Arz (beden), şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığında; 2. Arz, ağırlıklarını dışarı çıkardığında, 3. İnsan (bilinç, bedene bakarak): “Buna ne oluyor?” diyerek (panik yaşadığında), 4. İşte o süreçte haberlerini söyler. 5. Rabbinden ona vahiy ile. 6. O gün insanlar, gruplar hâlinde çıkar ki çalışmalarının sonucunu görsünler! 7. Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür. 8. Kim de bir zerre ağırlığınca bir şerr yaparsa, onu görür. Bilgi: Zelzele Sûresi’nin ilk okunduğu anda anlaşılan en zâhir mânâsı yukarıda ifade ettiğimizdir... Ne var ki, bu sûrede sadece bu mânânın anlatıldığını sanmak, sadece yedide biri su üstünde görülen buzdağını, gördüğünden ibaret zannetmek gafletine benzer!.. Bu hususa bir misal oluşturması için bu sûrenin iki ayrı mânâsından daha açıklayabileceğimiz ölçüler içinde söz etmeye karar verdik... Umarım bu hususların derinliğini düşünmemize faydalı olur... Birinci iç mânâ... “Arz” tâbiri Dünya ve yeryüzü olarak anlaşıldığı gibi, aynı zamanda tasavvuf ehli tarafından kişinin “bedeni” olarak da anlaşılır... İşte bu yönüyle konuyu ele alırsak; bu sûrenin bildiğimiz klasik ölüm öncesini anlattığını kolaylıkla fark edebiliriz... “Kişi ölümü tadınca kıyameti kopar” hükmünce; kıyamet ahvalini anlatan Zelzele Sûresi, kişinin kıyameti olan ölüm hâlini burada şöyle anlatıyor kabul edilebilir... 1. Beden, sinir sistemindeki biyoelektrik gücün kesilmesiyle şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp, tükenişe gittiğinde; 2. Beden içindeki gizli ağırlık noktası olan RUH’u, yani holografik ışınsal bedeni serbest bırakıp dışarıya saldığında; 3. Kendinde hiçbir değişiklik olmaksızın, bedeninde olan bu değişikliği hissedip, görüp, yaşayıp, kendini RUH bedeniyle tanımaya başlayan insan büyük bir hayret, şaşkınlık ve telâş içinde buna ne oluyor dediğinde... 4 - 5. Rabbinin vahyi sonucu olarak beden, bütün özelliklerini ve çalışma sistemini, hâlini ve âkıbetini, kişinin kendisiyle neler yapabileceğini ve artık kendisi olmaksızın, neler elde etmekten mahrum kalacağını, bedenli yaşamın kendisi için geçmişte ne kadar büyük bir nimet olduğunu açıklar lisanı hâl ile... 6. İşte ölümü tadış anı olan o bedenleri terk anını yaşayan insanlar, tüm yaptıklarının ve neticelerinin görülmesi için yeni bir bedenle bâ’s olarak, biyolojik bedenlerinden çıkarak kişisel kıyametlerini yaşarlar... 7. Kim zerre ağırlığında bile olsa, yani en önemsiz gördüğü düşünce ve fiillerinin sonucu olan hayrı, kitaplarında yazılı olarak ve eserlerini karşılarında görürler... 8. Kim zerre kadar kötü bir düşünce ya da fiil gerçekleştirmişse, bunu da kitabında ve kendi beyin dalgalarından forme olmuş biçimde karşılarında görürler!.. Evet, bu açıklamaya çalıştığımız husus, kişinin, bildiğimiz fizik-biyolojik yapısıyla ilgili olan kıyametiyle alâkalı olan husus idi... Şimdi de bazı kişilerde gerçekleşen “ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK” diye tanımlanan başka bir bâtınî anlam ile Zelzele Sûresi’ndeki mânâyı yorumlamaya çalışalım... 1. Mevcudat şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp basîretinde dağılmaya başladığında... Varlığın aslının, orijininin, Hakk’ın Esmâ’sı olduğunu müşahede ederek; bu hakikatin ortaya çıkması sonucu, zâhir görüntü, basîretinde parçalanıp yok olmaya yüz tuttuğunda... 2. Mevcudatın özündeki Hakk’ın varlığı, yani, o mevcudatı var gösteren Allâh isimlerinin mânâları, sırları bâtınken zâhir olmaya başladığında; 3. Ve insan, tüm mevcudatta var sandığı varlıkların bir serap gibi yok olup, Hakk’ın varlığı yanında bunların yok hükmünde olduğunu müşahede etmeye başladığında büyük bir hayret ve şaşkınlık içinde, buna ne oluyor böyle ki, her şey yok olup, sadece Allâh vechi Bakıy kalıyor, dediğinde... 4. Mevcudat, kendisindeki bütün Esmâ mânâlarını o basîreti açılmış kişiye açıklamaya başlar... Her bir birimin hangi Allâh isminin mânâsını açığa çıkarmak üzere var olmuş olduğunu haber verir... Ve anlar ki böylece insan, gayrı bildiği, hep O’nun Esmâ’sının eseriymiş!.. 5. Ki bütün bunlar Rabbinden vahiy ile meydana gelir, Rubûbiyet mertebesinin hükümleri tüm mevcudatta vahiy yollu aşikâr olur... Ve kişi bunu da fark eder!.. 6. İşte bu ölmeden önce ölmüş insanlar, daha önce neleri nasıl yapmış olduklarını apaçık görecekler ve bunların altındaki sırları da fark etmeye başlayacaklardır. 7. Kimden zerre kadar hayırlı bir fiil meydana geldiyse onu ve dolayısıyla neticesini görecek... 8. Kimden de zerre kadar şerr meydana geldiyse onu da tespit edecektir. Elbette bunun da derinliğinde daha başka mânâlar mevcut ki, bunların yeri bu kitap olmadığı için bu mânâlara değinmiyoruz. Allâh cümlemizi, yüzeyde, şekilde, görünüşte kalma belâsından korusun; görünenlerin ardına geçmeyi, iç mânâları, derinlikli anlamları müşahede etmeyi nasip etsin... Ancak, bizler için, sadece bu sûrelerin Arapçasını okumak yeterli olmayıp, hiç olmazsa bir Kur’ân meâlinden istifâde ederek son derece dar kapsamlı da olsa, ana hatları ile ne anlatılmak istendiğini bilmemiz gerekir. Zira, Kurân’da, “BİZ BU KURÂN’I ANLAYASINIZ DİYE” ifadesi mevcuttur... Derinliğine vukuf, elbette herkese müyesser olmaz. Ama, hiç değilse kaba çizgilerle de olsa, Kur’ân-ı Kerîm’i ana hatlarıyla anlamak ve ondan sonradır ki “İman ediyorum Kurân’da bildirilenlere” demek daha yerinde olur... Yoksa elbette ki, insanın bilmediği bir şeye iman etmesini istemek, mantığın aşırı zorlanması demektir.
Ayiptir ya..bu kadar reklam olur mu? Istifade edelim dedik bin pisman olduk.. niye yuklediniz ki videoyu..reklam izletmek icin mi? Izleyemeden cikiyorum malesef..bu konuyu ögrenememe sebebim sizsiniz. Ahirette hesabini sorarim.
Ya sunucu kardeşim. Orhan Bey .niye insanların sözünü kesip duruyorsun. Adam cevabını versin ,sözünü bitirsin sonra sor .Araya girip niye sabote ediyorsun bir dur .reklamlar zaten yeterince kesiyor.
ülke tv ve ahmet tahir fatih çıtlak yasin pişgin rabbimden dilerim ki sizin gibi insanların sayıları artsın heryerde görev yapsın ve daha çok insan size kulak vermiş olsun bidatlara biat etmekten ALLAH a sığınırım
Çıtlak Hoca herkesin sözünü saygısızca ve fütursuzca kesiyor ve hep kendi konusuyor ve konuyu dağıtıyor Bu çok saygısızca Üzüldüm bir din adamına yakışmadı...
Kabir Sorgusu Sorular hiç bitmiyor!.. Öğrenilecek şeyler sonsuz!.. Öğrenecek süreç kısa... Üstelik pek çok gerçek 1400 yıl öncesinin o günkü toplumsal şartları içinde açıklanmış, sembollerle, mecazlarla, işaretlerle... Şimdi gene düşünmeye başlayalım... Bir sahih hadiste, kişi mezara konduğunda Münker ve Nekir adlı iki meleğin şu soruları soracağı bildirilir; “Men Rabbüke? Men Nebiyyüke? Ma Kitabüke?” Bu hadisle ilgili çeşitli sorular, olayı daha iyi anlamak isteyenler için akla takılabilir... Mesela... Bu melekler nedir? Nereden gelmektedir? Nasıl gelmektedir? Sûretleri kendi orijin, devamlı sûretler midir, yoksa kişiye göre değişken midir? İstisnasız, her ölen insan bunu yaşar mı? Melek kavramı ile ilgili önceden yazdıklarımızı hatırlarsak... Melek; eni boyu, şekli, hacmi, ağırlığı olmayan; kısaca, bildiğimiz madde şartlarıyla alâkası olmayan bir yapıyı tarif etmektedir. Bu durumda da bir mekânsal geliş elbette söz konusu değildir!.. Hatta varlık âleminde belki bir katmandır veya boyuttur diye söylenebilir. Bu durumda evrende var olan varlığın holografik esasa göre yaratılmış olduğunu düşünürsek, bu ve diğer isimlerle adlandırılan tüm meleklerin (ya da melekûtun) yani kuvvelerin insanın varlığında bir boyut olarak yer aldığını ve dışardan gelmesinin söz konusu olmadığını fark ederiz. Şimdi bu durumda asli yapısı itibarıyla “NÛR” olarak tarif edilen bu meleklerin (melekelerin) kişi bilincinde, kişinin veritabanına ve hâleti ruhiyesine göre beynin oluşturduğu sûretlerle açığa çıktığını anlarız. Beyindeki tüm verilerin ruha yüklenmesi ve artık kişinin ruh bedenle yaşaması dolayısıyla, Dünya’daki veritabanı bu süreçte de aynen geçerli olmaktadır. Demek oluyor ki, her kişinin hakikatinde bir boyut olarak yer alan bu sorgulama kuvvesi, her kişi kabre konduğunda, kişinin bilincinde açığa çıkıp, içinde bulunduğu yeni boyut şartları konusunda kendisini sorgulamaktadır!.. İşte kişideki bu sorgulanma yukarıdaki üç konuda olmaktadır. Niçin men “ilâhüke” değil de “Rabbüke” denmektedir? Bu soru kelimeleriyle anlatılmak istenen şey nedir? İlâhiyet bir dış varlıktan söz eder. Rubûbiyet ise varlığın oluşumunda, onun özündeki bir boyuttur. Bu sorunun cevabı, o ortam şartları içinde, hâl ve HİSSEDİŞE DAYALI OLARAK, kendisinde otomatik olarak açığa çıkan bilgi ile “Rabbim Allâh”tır olmalıdır... Hatta, “B” sırrına dayalı bir biçimde!.. Tekrar uyarayım, cevap, kuru lafız olarak değil, papağan tekrarı kelime olarak olmayacaktır!.. Buradaki sorgulama bir yaşam şekli ve sürecidir; test usulü bir sorgu değil!.. Hemen her kişi ölümü tattığı anda bir şok yaşar âdeta!.. Zira dünya yaşamında hiç düşünemediği kapsamda, değişik bir yaşam türü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu evrede HER kişi tüm geçmişini sorgulamak durumundadır otomatikman... Yanlışları ve doğruları neydi acaba? Evet, kabir âlemine geçen HER kişi içine girdiği bu yeni ortam ve şartlar doğrultusunda MECBUREN bu defa inancını sorgulamaya; inanç ve ölüm ötesi yaşama hazırlık konularında nerede isâbet edip, nerede hata ettiğini tespit etmeye başlar. İşte bu süreç, Münker-Nekir adlı meleklerin kendisinde açığa çıktığı evredir. HER kişi, kendisine tümüyle değişik gelen bu ortamda, içinde bulunduğu yaşamın gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu sorgulamak durumundadır. Dünya’da iken yaşanmış olan iki tarz yaşam vardır... Ya “Allâh” ismiyle işaret edileni anlamak ve bu anlayışa dayalı olarak dünya yaşamını, tarzını tercih etmiş olmak... 28 Ya da bu gerçeği fark edememiş olarak; bir dış objeye, ötede, öteNde bir tanrı-ilâh var zannı içinde, sistemin gerçeklerine uymayan yaşam tarzı ile dünya yaşamını noktalamış olmak!.. ŞUNU FARK EDELİM... Çeşitli isim ve sıfatlarla anlatılan olayları, genelde yaptığımız gibi, bu isim ve sıfatların anlamından yola çıkarak deşifre etmeye kalkarsak bu çok çetrefilli bir yoldur ve olayın gerçeğine isâbet etmemiz de hayli güçtür!.. Çünkü kelimeler yaşanılanı anlatmada hayli yetersizdir. Bu yetersizlik dolayısıyla da kelimelerden gerçeğe ermek hayli zor olur. Bunun misalini şöyle vereyim. Bir rüya görürsünüz ve o süreçte neler yaşarsınız, hissedersiniz. Ancak uyanıp da bunu bir başkasına anlatmaya kalktığınızda rüyada görüp yaşadıklarınızı ne oranda karşınızdakine aktarabilirsiniz kelimelerle!?? İşte Rasûller ve Nebiler de bilinç boyutu algılamasında, zaman zaman vizyonlarla da desteklenen bir biçimde, pek çok şey algılar ve yaşarlar; ama ne çare ki bunları kelimelere dönüştürerek karşılarındakilere anlatmak durumunda kaldıklarında son derece yetersiz kalırlar anlatımda. Bu sebepledir ki, bize böyle bir kelimesel bilgi ulaştığında, acaba yaşanılan neydi ki bu kelimelerle bize aktarılmaya çalışıldı diye düşünmek, konuya nüfuz edebilmek için son derece yararlı bir yoldur. Buna karşılık, “yaşanılan neydi” deyip onu algılamaya çalışarak, “hâlden kâle gelmek” gerçekten çok kısa ve net bir yoldur. Kelimeler ise insanın hissedip yaşadıklarını anlatmada çok yetersiz ve zayıftır. Tekrar gelelim ana konumuza... Kişi; “Allâh” adıyla işaret edilen gerçeğine uygun yaşamışsa; acaba, bunun yanı sıra, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri de değerlendirip, yaşamına buna göre yön verebilmiş midir?.. Burada niçin “men Rasûlüke” denmiyor da, “men Nebiyyüke” deniyor? Oysa gerek kelime-i şehâdette gerekse Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyette hep “Rasûle iman”dan söz edilmektedir. Bunun iki cevabı var... Birinci cevap şu... Risâlet kemâlâtı, varlığın hakikatinden haber verir... Bu da ilk sorunun cevabıyla alâkalıdır. İkinci cevap ise... İçinde bulunulan şartlarda kişiye yarar sağlayacak şartlar, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri değerlendirmiş olup olmadığıdır. Mesela, ibadet adıyla işaret edilmiş çalışmalar, hep Nübüvvet kemâlâtıyla tespit edilmiş, insanın ölüm ötesi boyuttaki ihtiyaçlarına yönelik gerekli çalışmalardır. Kişi bu ibadetleri yerine getirerek, belirli enerjiler, kuvveler kazanır ve bu kuvveler ile, içinde bulunduğu ortamın kendisine azap veya sıkıntı verecek olan şartlarına karşı koyar. Eğer Nübüvvet kemâlâtından gelen bu bilgileri değerlendirmemişse, bu yolda yapılması zorunlu ibadet ve çalışmalar yapılmamışsa, bu defa o çalışmaların getirisi olan nûrdan, enerjiden, kuvvelerden mahrum kalacağı için kabir azabı çekmeye düçar olur!.. Kabir azabı; kişinin geçtiği boyuta dünya yaşamında hazırlanmaması, edinmesi gereken kuvveleri edinmemesi, ruh bedenini yeterli ölçüde kuvvetlendirmemesi dolayısıyladır fark edileceği üzere...
rabbim sizin gibi hocalarımızı korusun hayırlı uzun ömurler versin razı olsun sizlerden nıyazımız,
Muazzam bir program olmuş Allah razı olsun.
Yasin hocamız ok değerli bi hocamız tüm bilgilerini kitap olarak yazsa ne güzel olur bizden sonraki nesillere de çok faydalı olurdu
Çok etkileyici bir program hocalarımıza çokkkk tşk ederim
Çok değerli hazine gibi hocalarımız kıymetlerini bilmek gerek rabbim gereğince dinleyip idrak etmeyi nasip ersin mevlam
Birbirinden mübarek ve mükemmel konuklar, Cenab-ı Allah razı olsun programı yapan ve sebep olanlardan...
Çok güzel bir program hocalarımız dan ALLAH razı olsun
Ahmet hocamızın dediiği gibi kabrin naiminide işleseniz birgün.Allah razı olsun konuklarda programda çok kıymetli
Allah razı olsun selamlar
Çok teşekkürler. Rabbim ilminizi artır sın.
Allah sizden razı olsun,Özellikle yasin hocam olaya çok iyi yerlerden bakmamızı sağlıyor açıklamalarıyla....
Ahmet hoca çok güzel sabrediyor maşallah. Ben dinlerken yoruldum
ALLAH hu teala kabirde hayatlarımıza vücut vermesidir düşünsene gıybetin küfürün yalanın şekil bulmasını of ki ne of rabbim yardım et.
Harika olmus👏👏
Yasin pisgin kendi başına ansiklopedi gibi maşallah Rabb'im sağlık sıhhat versin inşallah kendisine ilmine bilgisine sağlık
Allahu Ekber
Çok istifade ediyoruz Allah razı olsun
Ağzınıza yüreğinize sağlık tasavvuf ve tarikatlar hakkında bir sohbet etseniz inanmayanlar var
Öbür hocalarım kusura bakmasın yasin hocanın anlatımı daha bir hoş ağzınıza sağlık ALLAH sağlık sıhhat versin çümlemize ALLAH sizin gibilerini eksik etmesin
Reklamlari gecmek icin .Programi sonuna kadar ilerletin.Sonea tekrar izleyin.
Çok güzel bir program olmuş Allah razı olsun yalnız reklamlardan izleyemiyoruz
Neden mikrofona öksürüyorsunuz dinlemekte zorlandık
Programı yeni izleme şansım oldu,izlerken kendimi zor tuttum Fatih ÇITLAK beyin saygısızca sürekli söz kesmesi çok seviyesiz olmuş,Yasin hocamın da duruşu çok güzel...
Sizinde fatih hocama bu sözü söylemeniz hiç hoş değil edep ya hu
Bu yaklasiminiz cokmu seviyeli
Reklamları kaldırmak için videoyu açtığınızda sonuna bir kaç saniye kala ileri sarın ve videonun bitmesini bekleyin reklamlar sona doğru kalkıyor ardından tekrar videoyu oynatın,geriye hiç bir reklam kalmıyor.
Kabir Sorgusu
Sorular hiç bitmiyor!.. Öğrenilecek şeyler sonsuz!.. Öğrenecek süreç kısa... Üstelik pek çok gerçek 1400 yıl öncesinin o günkü toplumsal şartları içinde açıklanmış, sembollerle, mecazlarla, işaretlerle...
Şimdi gene düşünmeye başlayalım...
Bir sahih hadiste, kişi mezara konduğunda Münker ve Nekir adlı iki meleğin şu soruları soracağı bildirilir;
“Men Rabbüke?
Men Nebiyyüke?
Ma Kitabüke?”
Bu hadisle ilgili çeşitli sorular, olayı daha iyi anlamak isteyenler için akla takılabilir...
Mesela...
Bu melekler nedir? Nereden gelmektedir? Nasıl gelmektedir? Sûretleri kendi orijin, devamlı sûretler midir, yoksa kişiye göre değişken midir? İstisnasız, her ölen insan bunu yaşar mı?
Melek kavramı ile ilgili önceden yazdıklarımızı hatırlarsak...
Melek; eni boyu, şekli, hacmi, ağırlığı olmayan; kısaca, bildiğimiz madde şartlarıyla alâkası olmayan bir yapıyı tarif etmektedir. Bu durumda da bir mekânsal geliş elbette söz konusu değildir!.. Hatta varlık âleminde belki bir katmandır veya boyuttur diye söylenebilir.
Bu durumda evrende var olan varlığın holografik esasa göre yaratılmış olduğunu düşünürsek, bu ve diğer isimlerle adlandırılan tüm meleklerin (ya da melekûtun) yani kuvvelerin insanın varlığında bir boyut olarak yer aldığını ve dışardan gelmesinin söz konusu olmadığını fark ederiz.
Şimdi bu durumda asli yapısı itibarıyla “NÛR” olarak tarif edilen bu meleklerin (melekelerin) kişi bilincinde, kişinin veritabanına ve hâleti ruhiyesine göre beynin oluşturduğu sûretlerle açığa çıktığını anlarız. Beyindeki tüm verilerin ruha yüklenmesi ve artık kişinin ruh bedenle yaşaması dolayısıyla, Dünya’daki veritabanı bu süreçte de aynen geçerli olmaktadır.
Demek oluyor ki, her kişinin hakikatinde bir boyut olarak yer alan bu sorgulama kuvvesi, her kişi kabre konduğunda, kişinin bilincinde açığa çıkıp, içinde bulunduğu yeni boyut şartları konusunda kendisini sorgulamaktadır!..
İşte kişideki bu sorgulanma yukarıdaki üç konuda olmaktadır.
Niçin men “ilâhüke” değil de “Rabbüke” denmektedir? Bu soru kelimeleriyle anlatılmak istenen şey nedir?
İlâhiyet bir dış varlıktan söz eder. Rubûbiyet ise varlığın oluşumunda, onun özündeki bir boyuttur.
Bu sorunun cevabı, o ortam şartları içinde, hâl ve HİSSEDİŞE DAYALI OLARAK, kendisinde otomatik olarak açığa çıkan bilgi ile “Rabbim Allâh”tır olmalıdır... Hatta, “B” sırrına dayalı bir biçimde!..
Tekrar uyarayım, cevap, kuru lafız olarak değil, papağan tekrarı kelime olarak olmayacaktır!.. Buradaki sorgulama bir yaşam şekli ve sürecidir; test usulü bir sorgu değil!..
Hemen her kişi ölümü tattığı anda bir şok yaşar âdeta!.. Zira dünya yaşamında hiç düşünemediği kapsamda, değişik bir yaşam türü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.
Bu evrede HER kişi tüm geçmişini sorgulamak durumundadır otomatikman... Yanlışları ve doğruları neydi acaba?
Evet, kabir âlemine geçen HER kişi içine girdiği bu yeni ortam ve şartlar doğrultusunda MECBUREN bu defa inancını sorgulamaya; inanç ve ölüm ötesi yaşama hazırlık konularında nerede isâbet edip, nerede hata ettiğini tespit etmeye başlar. İşte bu süreç, Münker-Nekir adlı meleklerin kendisinde açığa çıktığı evredir.
HER kişi, kendisine tümüyle değişik gelen bu ortamda, içinde bulunduğu yaşamın gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu sorgulamak durumundadır.
Dünya’da iken yaşanmış olan iki tarz yaşam vardır...
Ya “Allâh” ismiyle işaret edileni anlamak ve bu anlayışa dayalı olarak dünya yaşamını, tarzını tercih etmiş olmak...
Ya da bu gerçeği fark edememiş olarak; bir dış objeye, ötede, öteNde bir tanrı-ilâh var zannı içinde, sistemin gerçeklerine uymayan yaşam tarzı ile dünya yaşamını noktalamış olmak!..
ŞUNU FARK EDELİM...
Çeşitli isim ve sıfatlarla anlatılan olayları, genelde yaptığımız gibi, bu isim ve sıfatların anlamından yola çıkarak deşifre etmeye kalkarsak bu çok çetrefilli bir yoldur ve olayın gerçeğine isâbet etmemiz de hayli güçtür!.. Çünkü kelimeler yaşanılanı anlatmada hayli yetersizdir. Bu yetersizlik dolayısıyla da kelimelerden gerçeğe ermek hayli zor olur.
Bunun misalini şöyle vereyim. Bir rüya görürsünüz ve o süreçte neler yaşarsınız, hissedersiniz. Ancak uyanıp da bunu bir başkasına anlatmaya kalktığınızda rüyada görüp yaşadıklarınızı ne oranda karşınızdakine aktarabilirsiniz kelimelerle!??
İşte Rasûller ve Nebiler de bilinç boyutu algılamasında, zaman zaman vizyonlarla da desteklenen bir biçimde, pek çok şey algılar ve yaşarlar; ama ne çare ki bunları kelimelere dönüştürerek karşılarındakilere anlatmak durumunda kaldıklarında son derece yetersiz kalırlar anlatımda.
Bu sebepledir ki, bize böyle bir kelimesel bilgi ulaştığında, acaba yaşanılan neydi ki bu kelimelerle bize aktarılmaya çalışıldı diye düşünmek, konuya nüfuz edebilmek için son derece yararlı bir yoldur.
Buna karşılık, “yaşanılan neydi” deyip onu algılamaya çalışarak, “hâlden kâle gelmek” gerçekten çok kısa ve net bir yoldur.
Kelimeler ise insanın hissedip yaşadıklarını anlatmada çok yetersiz ve zayıftır.
Tekrar gelelim ana konumuza...
Kişi; “Allâh” adıyla işaret edilen gerçeğine uygun yaşamışsa; acaba, bunun yanı sıra, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri de değerlendirip, yaşamına buna göre yön verebilmiş midir?..
Burada niçin “men Rasûlüke” denmiyor da, “men Nebiyyüke” deniyor?
Oysa gerek kelime-i şehâdette gerekse Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyette hep “Rasûle iman”dan söz edilmektedir.
Bunun iki cevabı var...
Birinci cevap şu... Risâlet kemâlâtı, varlığın hakikatinden haber verir... Bu da ilk sorunun cevabıyla alâkalıdır.
İkinci cevap ise... İçinde bulunulan şartlarda kişiye yarar sağlayacak şartlar, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri değerlendirmiş olup olmadığıdır.
Mesela, ibadet adıyla işaret edilmiş çalışmalar, hep Nübüvvet kemâlâtıyla tespit edilmiş, insanın ölüm ötesi boyuttaki ihtiyaçlarına yönelik gerekli çalışmalardır.
Kişi bu ibadetleri yerine getirerek, belirli enerjiler, kuvveler kazanır ve bu kuvveler ile, içinde bulunduğu ortamın kendisine azap veya sıkıntı verecek olan şartlarına karşı koyar.
Eğer Nübüvvet kemâlâtından gelen bu bilgileri değerlendirmemişse, bu yolda yapılması zorunlu ibadet ve çalışmalar yapılmamışsa, bu defa o çalışmaların getirisi olan nûrdan, enerjiden, kuvvelerden mahrum kalacağı için kabir azabı çekmeye düçar olur!..
Kabir azabı; kişinin geçtiği boyuta dünya yaşamında hazırlanmaması, edinmesi gereken kuvveleri edinmemesi, ruh bedenini yeterli ölçüde kuvvetlendirmemesi dolayısıyladır fark edileceği üzere...
Evet, bilimin sonu yoktur lakin, böyle KABİR AZABI gibi, kimsenin kanıtlayamadığı ve dolayısı ile sadece belli gayeler için iddia edilen savlara dayananlar değil.
Allah sızlerden razı olsun.lutfen televızyonlara sureklı çıkıp anlatın.yanlış insanlardan Allahum korusun bizleri
Tasavvuf ve tarikat hakkında bir sohbet etseniz 2:45:07
3 saat boyunca yasin hocam dinlenir de reklamlar sinir bozuyor
Reklamdan şikayet edenler, az yiyip UA-cam premium alabilirsiniz. Reklam yok, değer...
adblock u chrome ekleyın reklamları engeller rahat izlersiniz
Söylediğin şey kabir azabı sebebi olabilir Konuyu çok iyi anlamışsın kardeşim Aferin
Muhterem hocalar. Çok güzel bir sohbetti. Fakat konuşmakta olan hocanın sözünü kesip konuşmak, uygun olmuyor.
Çok fazla reklam var. Hocalarımızdan Allah razı olsun.
58:20 dak1. Arz (beden), şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığında;
2. Arz, ağırlıklarını dışarı çıkardığında,
3. İnsan (bilinç, bedene bakarak): “Buna ne oluyor?” diyerek (panik yaşadığında),
4. İşte o süreçte haberlerini söyler.
5. Rabbinden ona vahiy ile.
6. O gün insanlar, gruplar hâlinde çıkar ki çalışmalarının sonucunu görsünler!
7. Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür.
8. Kim de bir zerre ağırlığınca bir şerr yaparsa, onu görür.
Bilgi:
Zelzele Sûresi’nin ilk okunduğu anda anlaşılan en zâhir mânâsı yukarıda ifade ettiğimizdir... Ne var ki, bu sûrede sadece bu mânânın anlatıldığını sanmak, sadece yedide biri su üstünde görülen buzdağını, gördüğünden ibaret zannetmek gafletine benzer!..
Bu hususa bir misal oluşturması için bu sûrenin iki ayrı mânâsından daha açıklayabileceğimiz ölçüler içinde söz etmeye karar verdik... Umarım bu hususların derinliğini düşünmemize faydalı olur...
Birinci iç mânâ...
“Arz” tâbiri Dünya ve yeryüzü olarak anlaşıldığı gibi, aynı zamanda tasavvuf ehli tarafından kişinin “bedeni” olarak da anlaşılır... İşte bu yönüyle konuyu ele alırsak; bu sûrenin bildiğimiz klasik ölüm öncesini anlattığını kolaylıkla fark edebiliriz...
“Kişi ölümü tadınca kıyameti kopar” hükmünce; kıyamet ahvalini anlatan Zelzele Sûresi, kişinin kıyameti olan ölüm hâlini burada şöyle anlatıyor kabul edilebilir...
1. Beden, sinir sistemindeki biyoelektrik gücün kesilmesiyle şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp, tükenişe gittiğinde;
2. Beden içindeki gizli ağırlık noktası olan RUH’u, yani holografik ışınsal bedeni serbest bırakıp dışarıya saldığında;
3. Kendinde hiçbir değişiklik olmaksızın, bedeninde olan bu değişikliği hissedip, görüp, yaşayıp, kendini RUH bedeniyle tanımaya başlayan insan büyük bir hayret, şaşkınlık ve telâş içinde buna ne oluyor dediğinde...
4 - 5. Rabbinin vahyi sonucu olarak beden, bütün özelliklerini ve çalışma sistemini, hâlini ve âkıbetini, kişinin kendisiyle neler yapabileceğini ve artık kendisi olmaksızın, neler elde etmekten mahrum kalacağını, bedenli yaşamın kendisi için geçmişte ne kadar büyük bir nimet olduğunu açıklar lisanı hâl ile...
6. İşte ölümü tadış anı olan o bedenleri terk anını yaşayan insanlar, tüm yaptıklarının ve neticelerinin görülmesi için yeni bir bedenle bâ’s olarak, biyolojik bedenlerinden çıkarak kişisel kıyametlerini yaşarlar...
7. Kim zerre ağırlığında bile olsa, yani en önemsiz gördüğü düşünce ve fiillerinin sonucu olan hayrı, kitaplarında yazılı olarak ve eserlerini karşılarında görürler...
8. Kim zerre kadar kötü bir düşünce ya da fiil gerçekleştirmişse, bunu da kitabında ve kendi beyin dalgalarından forme olmuş biçimde karşılarında görürler!..
Evet, bu açıklamaya çalıştığımız husus, kişinin, bildiğimiz fizik-biyolojik yapısıyla ilgili olan kıyametiyle alâkalı olan husus idi...
Şimdi de bazı kişilerde gerçekleşen “ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK” diye tanımlanan başka bir bâtınî anlam ile Zelzele Sûresi’ndeki mânâyı yorumlamaya çalışalım...
1. Mevcudat şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp basîretinde dağılmaya başladığında... Varlığın aslının, orijininin, Hakk’ın Esmâ’sı olduğunu müşahede ederek; bu hakikatin ortaya çıkması sonucu, zâhir görüntü, basîretinde parçalanıp yok olmaya yüz tuttuğunda...
2. Mevcudatın özündeki Hakk’ın varlığı, yani, o mevcudatı var gösteren Allâh isimlerinin mânâları, sırları bâtınken zâhir olmaya başladığında;
3. Ve insan, tüm mevcudatta var sandığı varlıkların bir serap gibi yok olup, Hakk’ın varlığı yanında bunların yok hükmünde olduğunu müşahede etmeye başladığında büyük bir hayret ve şaşkınlık içinde, buna ne oluyor böyle ki, her şey yok olup, sadece Allâh vechi Bakıy kalıyor, dediğinde...
4. Mevcudat, kendisindeki bütün Esmâ mânâlarını o basîreti açılmış kişiye açıklamaya başlar... Her bir birimin hangi Allâh isminin mânâsını açığa çıkarmak üzere var olmuş olduğunu haber verir... Ve anlar ki böylece insan, gayrı bildiği, hep O’nun Esmâ’sının eseriymiş!..
5. Ki bütün bunlar Rabbinden vahiy ile meydana gelir, Rubûbiyet mertebesinin hükümleri tüm mevcudatta vahiy yollu aşikâr olur... Ve kişi bunu da fark eder!..
6. İşte bu ölmeden önce ölmüş insanlar, daha önce neleri nasıl yapmış olduklarını apaçık görecekler ve bunların altındaki sırları da fark etmeye başlayacaklardır.
7. Kimden zerre kadar hayırlı bir fiil meydana geldiyse onu ve dolayısıyla neticesini görecek...
8. Kimden de zerre kadar şerr meydana geldiyse onu da tespit edecektir.
Elbette bunun da derinliğinde daha başka mânâlar mevcut ki, bunların yeri bu kitap olmadığı için bu mânâlara değinmiyoruz.
Allâh cümlemizi, yüzeyde, şekilde, görünüşte kalma belâsından korusun; görünenlerin ardına geçmeyi, iç mânâları, derinlikli anlamları müşahede etmeyi nasip etsin...
Ancak, bizler için, sadece bu sûrelerin Arapçasını okumak yeterli olmayıp, hiç olmazsa bir Kur’ân meâlinden istifâde ederek son derece dar kapsamlı da olsa, ana hatları ile ne anlatılmak istendiğini bilmemiz gerekir.
Zira, Kurân’da, “BİZ BU KURÂN’I ANLAYASINIZ DİYE” ifadesi mevcuttur... Derinliğine vukuf, elbette herkese müyesser olmaz. Ama, hiç değilse kaba çizgilerle de olsa, Kur’ân-ı Kerîm’i ana hatlarıyla anlamak ve ondan sonradır ki “İman ediyorum Kurân’da bildirilenlere” demek daha yerinde olur... Yoksa elbette ki, insanın bilmediği bir şeye iman etmesini istemek, mantığın aşırı zorlanması demektir.
İman gaybadır. Bildiğine inanmaya iman denmez.
O öksüren arkadaşa bir çare bulsaydınız ne iyi olurdu önemli yerleri kaçırıyoruz
Bide mikrofona öksurmese orhan by
programdan cok reklam ızledık uuuuffffff
Ayiptir ya..bu kadar reklam olur mu? Istifade edelim dedik bin pisman olduk.. niye yuklediniz ki videoyu..reklam izletmek icin mi? Izleyemeden cikiyorum malesef..bu konuyu ögrenememe sebebim sizsiniz. Ahirette hesabini sorarim.
Reklamdan şikayet edenler, az yiyip UA-cam premium alabilirsiniz. Reklam yok, değer...
Reklamdan seyredemiyoruz ki
Hacı varya en iyisi "youtube vanced" uygulamasını Google'dan indir.
bana dua edeceksin dir İnan ki.
Iki kelimeye bi reklam mi olur gercekden cok gereksiz
reklam aras ı
program... yazık
Reklamdan şikayet edenler, az yiyip UA-cam premium alabilirsiniz. Reklam yok, değer...
Ya sunucu kardeşim.
Orhan Bey .niye insanların sözünü kesip duruyorsun. Adam cevabını versin ,sözünü bitirsin sonra sor .Araya girip niye sabote ediyorsun bir dur .reklamlar zaten yeterince kesiyor.
Reklamlara bakın, bu ne ya
Reklamdan şikayet edenler, az yiyip UA-cam premium alabilirsiniz. Reklam yok, değer...
ülke tv ve ahmet tahir fatih çıtlak yasin pişgin rabbimden dilerim ki sizin gibi insanların sayıları artsın heryerde görev yapsın ve daha çok insan size kulak vermiş olsun bidatlara biat etmekten ALLAH a sığınırım
yasin bey in arapçasını söyleme daha akıcı olacak program 2 kere neden tekrar ediyorsun ki türkçe konuş bitir. bizde aklımızda bir bütün kalsın konu!!
Reklamlar o ladar cok ki.artik izlemiyorum
Reklam ve oksuruk sesinden izlenmiyor. Kardesim hastaysan yapma program.
Ya Orhan kardeş öksürmek gerçekten olmuyor program esnasında
Çıtlak Hoca herkesin sözünü saygısızca ve fütursuzca kesiyor ve hep kendi konusuyor ve konuyu dağıtıyor Bu çok saygısızca Üzüldüm bir din adamına yakışmadı...
Çıtlak islam dini alimi değil ki atalarının dininin alimi
Mikrofona öksür dana eyice öksür
Spiker tam bir Mal sinir etti beni ....size hak veriyorum ....
@@ozlemhancer3945 korona olmasin :)
Kabir Sorgusu
Sorular hiç bitmiyor!.. Öğrenilecek şeyler sonsuz!.. Öğrenecek süreç kısa... Üstelik pek çok gerçek 1400 yıl öncesinin o günkü toplumsal şartları içinde açıklanmış, sembollerle, mecazlarla, işaretlerle...
Şimdi gene düşünmeye başlayalım...
Bir sahih hadiste, kişi mezara konduğunda Münker ve Nekir adlı iki meleğin şu soruları soracağı bildirilir;
“Men Rabbüke?
Men Nebiyyüke?
Ma Kitabüke?”
Bu hadisle ilgili çeşitli sorular, olayı daha iyi anlamak isteyenler için akla takılabilir...
Mesela...
Bu melekler nedir? Nereden gelmektedir? Nasıl gelmektedir? Sûretleri kendi orijin, devamlı sûretler midir, yoksa kişiye göre değişken midir? İstisnasız, her ölen insan bunu yaşar mı?
Melek kavramı ile ilgili önceden yazdıklarımızı hatırlarsak...
Melek; eni boyu, şekli, hacmi, ağırlığı olmayan; kısaca, bildiğimiz madde şartlarıyla alâkası olmayan bir yapıyı tarif etmektedir. Bu durumda da bir mekânsal geliş elbette söz konusu değildir!.. Hatta varlık âleminde belki bir katmandır veya boyuttur diye söylenebilir.
Bu durumda evrende var olan varlığın holografik esasa göre yaratılmış olduğunu düşünürsek, bu ve diğer isimlerle adlandırılan tüm meleklerin (ya da melekûtun) yani kuvvelerin insanın varlığında bir boyut olarak yer aldığını ve dışardan gelmesinin söz konusu olmadığını fark ederiz.
Şimdi bu durumda asli yapısı itibarıyla “NÛR” olarak tarif edilen bu meleklerin (melekelerin) kişi bilincinde, kişinin veritabanına ve hâleti ruhiyesine göre beynin oluşturduğu sûretlerle açığa çıktığını anlarız. Beyindeki tüm verilerin ruha yüklenmesi ve artık kişinin ruh bedenle yaşaması dolayısıyla, Dünya’daki veritabanı bu süreçte de aynen geçerli olmaktadır.
Demek oluyor ki, her kişinin hakikatinde bir boyut olarak yer alan bu sorgulama kuvvesi, her kişi kabre konduğunda, kişinin bilincinde açığa çıkıp, içinde bulunduğu yeni boyut şartları konusunda kendisini sorgulamaktadır!..
İşte kişideki bu sorgulanma yukarıdaki üç konuda olmaktadır.
Niçin men “ilâhüke” değil de “Rabbüke” denmektedir? Bu soru kelimeleriyle anlatılmak istenen şey nedir?
İlâhiyet bir dış varlıktan söz eder. Rubûbiyet ise varlığın oluşumunda, onun özündeki bir boyuttur.
Bu sorunun cevabı, o ortam şartları içinde, hâl ve HİSSEDİŞE DAYALI OLARAK, kendisinde otomatik olarak açığa çıkan bilgi ile “Rabbim Allâh”tır olmalıdır... Hatta, “B” sırrına dayalı bir biçimde!..
Tekrar uyarayım, cevap, kuru lafız olarak değil, papağan tekrarı kelime olarak olmayacaktır!.. Buradaki sorgulama bir yaşam şekli ve sürecidir; test usulü bir sorgu değil!..
Hemen her kişi ölümü tattığı anda bir şok yaşar âdeta!.. Zira dünya yaşamında hiç düşünemediği kapsamda, değişik bir yaşam türü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.
Bu evrede HER kişi tüm geçmişini sorgulamak durumundadır otomatikman... Yanlışları ve doğruları neydi acaba?
Evet, kabir âlemine geçen HER kişi içine girdiği bu yeni ortam ve şartlar doğrultusunda MECBUREN bu defa inancını sorgulamaya; inanç ve ölüm ötesi yaşama hazırlık konularında nerede isâbet edip, nerede hata ettiğini tespit etmeye başlar. İşte bu süreç, Münker-Nekir adlı meleklerin kendisinde açığa çıktığı evredir.
HER kişi, kendisine tümüyle değişik gelen bu ortamda, içinde bulunduğu yaşamın gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu sorgulamak durumundadır.
Dünya’da iken yaşanmış olan iki tarz yaşam vardır...
Ya “Allâh” ismiyle işaret edileni anlamak ve bu anlayışa dayalı olarak dünya yaşamını, tarzını tercih etmiş olmak...
28
Ya da bu gerçeği fark edememiş olarak; bir dış objeye, ötede, öteNde bir tanrı-ilâh var zannı içinde, sistemin gerçeklerine uymayan yaşam tarzı ile dünya yaşamını noktalamış olmak!..
ŞUNU FARK EDELİM...
Çeşitli isim ve sıfatlarla anlatılan olayları, genelde yaptığımız gibi, bu isim ve sıfatların anlamından yola çıkarak deşifre etmeye kalkarsak bu çok çetrefilli bir yoldur ve olayın gerçeğine isâbet etmemiz de hayli güçtür!.. Çünkü kelimeler yaşanılanı anlatmada hayli yetersizdir. Bu yetersizlik dolayısıyla da kelimelerden gerçeğe ermek hayli zor olur.
Bunun misalini şöyle vereyim. Bir rüya görürsünüz ve o süreçte neler yaşarsınız, hissedersiniz. Ancak uyanıp da bunu bir başkasına anlatmaya kalktığınızda rüyada görüp yaşadıklarınızı ne oranda karşınızdakine aktarabilirsiniz kelimelerle!??
İşte Rasûller ve Nebiler de bilinç boyutu algılamasında, zaman zaman vizyonlarla da desteklenen bir biçimde, pek çok şey algılar ve yaşarlar; ama ne çare ki bunları kelimelere dönüştürerek karşılarındakilere anlatmak durumunda kaldıklarında son derece yetersiz kalırlar anlatımda.
Bu sebepledir ki, bize böyle bir kelimesel bilgi ulaştığında, acaba yaşanılan neydi ki bu kelimelerle bize aktarılmaya çalışıldı diye düşünmek, konuya nüfuz edebilmek için son derece yararlı bir yoldur.
Buna karşılık, “yaşanılan neydi” deyip onu algılamaya çalışarak, “hâlden kâle gelmek” gerçekten çok kısa ve net bir yoldur.
Kelimeler ise insanın hissedip yaşadıklarını anlatmada çok yetersiz ve zayıftır.
Tekrar gelelim ana konumuza...
Kişi; “Allâh” adıyla işaret edilen gerçeğine uygun yaşamışsa; acaba, bunun yanı sıra, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri de değerlendirip, yaşamına buna göre yön verebilmiş midir?..
Burada niçin “men Rasûlüke” denmiyor da, “men Nebiyyüke” deniyor?
Oysa gerek kelime-i şehâdette gerekse Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyette hep “Rasûle iman”dan söz edilmektedir.
Bunun iki cevabı var...
Birinci cevap şu... Risâlet kemâlâtı, varlığın hakikatinden haber verir... Bu da ilk sorunun cevabıyla alâkalıdır.
İkinci cevap ise... İçinde bulunulan şartlarda kişiye yarar sağlayacak şartlar, Nübüvvet kemâlâtından gelen bilgileri değerlendirmiş olup olmadığıdır.
Mesela, ibadet adıyla işaret edilmiş çalışmalar, hep Nübüvvet kemâlâtıyla tespit edilmiş, insanın ölüm ötesi boyuttaki ihtiyaçlarına yönelik gerekli çalışmalardır.
Kişi bu ibadetleri yerine getirerek, belirli enerjiler, kuvveler kazanır ve bu kuvveler ile, içinde bulunduğu ortamın kendisine azap veya sıkıntı verecek olan şartlarına karşı koyar.
Eğer Nübüvvet kemâlâtından gelen bu bilgileri değerlendirmemişse, bu yolda yapılması zorunlu ibadet ve çalışmalar yapılmamışsa, bu defa o çalışmaların getirisi olan nûrdan, enerjiden, kuvvelerden mahrum kalacağı için kabir azabı çekmeye düçar olur!..
Kabir azabı; kişinin geçtiği boyuta dünya yaşamında hazırlanmaması, edinmesi gereken kuvveleri edinmemesi, ruh bedenini yeterli ölçüde kuvvetlendirmemesi dolayısıyladır fark edileceği üzere...