Bu hikayeyi ben çok beğendim, umarım hoşunuza gider. °Sm/ut yazmıyorum, yazmayı da planlamıyorum. °İstek almıyorum. °Eleştiriye açığım. Yazar: jeonsmoul Şarkı: Bu Aşk Fazla Sana- Şebnem Ferah Tarih: 30 Ekim Çarşamba 2024 -Ben çalmadım, siz de çalmayın. Hikaye; Karşımdaki insanlara göz gezdiriyor, panikle tırnaklarımı kemiriyordum. Ellerim at kuyruğu yaptığım sarı saçlarıma dolanmış, ucuyla oynuyordu. Buz mavisi gözlerimse karşımda Rusça konuşan adamlardaydı. Stres vücudumu sarmıştı, bayılacak gibiydim. Ben, Klara Moskolov, Rus ajanıydım. Şu an ölmekten korkan bir Rus ajanı. Ölümden korkarken çoktan ölümün yanına koşmuş bir Rus ajanı. Yaklaşık 9-10 aydır İngiltere’yle ilgili planlar tüm ajanların ağzındaydı. Hatta yöneticilerimiz 6 ay kadar önce gönüllü ajanlardan bir liste yapmış, zamanı geldiğinde seçtikleri ajanlarla göreve gideceklerini belirtmişti. Görev zordu, ölüm tehlikesi ise çok yüksekti. Riskli bir işti, İngilizlerin bizi fark etmemesi gerekiyordu, fark ederlerse biterdik. Girmeyi planladığımız yer Londra’daki devlet binasıydı. Bir dosyayı elimizdeki USB’ye aktarmalıydık. Bir veya iki kişi ile gidileceğinden bahsetmişlerdi. Çok fazla insanla gidilirse daha çok göze çarpardık. Seçilen kişi veya kişilerin kayıtları önceden yapılacak ve başka bir isimle içeri sokulacaktı. Ve ben, 6 ay önce bu listeye adımı yazdırmıştım. Annemin ölüm haberi gelmişti. Annem ölmüştü. Daha doğrusu öldürülmüştü. Ve ben nedenini bile bilmiyordum. Bu da benim çökmeme neden olmuştu. Yaşamın bir anlamı olmadığını düşünerek listeye ismimi vermiştim. Sevgilim Jeon ise beni bu yoldan vazgeçirmek için çok çabalamıştı. Şuan 1. yılımıza girmekte olduğumuz sevgilimle o sırada 6. ayımızdaydık. İşin sonunda ondan gizli ismimi listeye verdiğimde bunu öğrenmiş ve ismini o da listeye vermişti. Bunu yaptığı için ona kızmış ve kendimi suçlamıştım. Sonra ikimizde kabullenmiştik. Ajan Akademisinin büyük konferans salonunda oturmuş, isimlerin açıklanmasını bekliyorduk. Salonun içindeki kimse gülmüyordu, kimsenin yüzünde duygu kırıntısı yoktu. Kural 1: Akademide duygulara yer yok. Duygu zayıflıktır. Duygu zayıflıktır. “Sakin olmaya çalışır mısın? Hem kendini hem de beni daha çok umutsuzluğa sokuyorsun, güzelim.” Jeon yanımda beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Jeon Jeongguk, yarı Rus yarı Alman bir melezdi. Çocukluğunda 4 yılını Almanya’da geçirdikten sonra Rusya’ya taşınmıştı. “Akademiye başka bir Rus akademisinden gelmişti. O geldikten 2 ay sonra sevgili olma kararı almıştık. “Olabilsem olmaz mıyım? O listeye adımı yazdırdığım günün gecesinin sabahını sikeceğim. Bizi soktuğum duruma bak, gerçekten özür dilerim balım.” Balım. Birlikte bir Türk filmi olan Delibal’ı izlemiştik. İşin sonunda ben hüngür hüngür ağlasam bile gerçekten güzel bir filmdi. O filmden hemen sonra ona ‘balım’ demeye başlamıştım. Kulağıma ‘bal’ çok güzel gelmişti. Kafamı ellerimin arasına alarak eğildim. Gözlerimi kapattım ve toparlanmaya çalıştım ama boşaydı, ismim okunduğu an silahın namlusu kafama dayanacak, ben o binadan içeri adımımı attığım an ise bir kurşun sesi yankılanacaktı. Ben düşüncelerimle ayrı bir evrendeyken bir elin nazikçe belimi kavradığını hissetim. Başım beni güvende hissettirecek bir yerle buluştu, Jeon’un göğüsüyle. Başımın üzerinde minik buseler hissettim, dolu gözlerime rağmen tebessüm etmeyi başarabilmiştim. Birkaç dakika öyle kaldıktan sonra mikrofona dokunulup ses kontrolü yapıldığını duydum. Kafamı hafifçe kaldırınca etrafımdaki kollarda gevşemişti. Koltuğa tekrardan yaslandığım an üşümeye başladım. Vücudum resmen bana kalkmamam gerektiğini açıkça söylüyordu. Derin bir nefes alarak kendimi en iyisine inandırmaya çalıştım. Şansın yanımda duracağına inanmak istedim. Her şey iyi olacak, diye fısıldadı sağımdaki melek. Umut kırıntılarıyla yaşıyordu. Solum ise sessizdi, konuşmuyordu. O vazgeçmeyi seçmişti. O umut kırıntıları ile yaşamaya çalışmaktan yorulmuştu. Artık küçük ihtimallere sığınmak istemiyordu. Benim solum, kırıntı ile yaşamaktansa umutsuzca ölmeyi tercih etmişti. Dönüp sağıma tekrar baktım. Meleğimin elleri titriyordu. Korkuyor gibi görünüyordu. Kaybetmekten, o kaybetmekten korkuyordu. İlk defa titriyordu sağım, ilk defa susmuştu solum. Onlar ilk defa yaşamak istiyordu. İlk defa güvenli kollara sığınmak istiyorlardı. “Değerli Akademi, hoşgeldiniz!” Sahnenin üstünde, kürsünün hemen arkasında duran adam, önünde duran mikrofona doğru bağırdı. Korkuyorum. “Bugün birçok cesur dostumuzun adını yazdırdığı listemizin açıklanma zamanı. Çok güçlü ajanlarımız vardı. Sicilleri hepsinin bizim tarafımızdan kontrol edildi. En yüksek başarıyı elde edenleri topladık ve kura çektik. Başta sadece 1 kişiydi, fakat sonra 2 kişi seçme kararı aldık ve bir kura daha çekildi. Bu iki ajanımız için yüksek sesli bir alkış almak isterim açıklamadan önce.” Salondan bir alkış koptu. Herkes robottu burda, denileni yaparlardı, sorgulamazlardı. Korkuyorum. “Birinci ajanımız, Karla Moskolov!” Salon yine alkışladı, kimse dönüp bakmadı. Bir çift göz bana döndü, benim gözlerim kapandı. Soğuk bir şey alnıma bastırıldı. Namlu, silahın namlusu. Üç şeyin çaresini bulamadım, demişti annem. Ölümün çaresi yoktur, güzel kızım, demişti. “Gidenle gidemezsin, ama kalmak da istemezsin. Sevmeyenin çaresini de bulamadım. Sevmeyene sevdiremedim ama sevmekten de vazgeçemedim. Üçüncüyü de öğretecekler, o zaman konuşacağız.’ ‘Ya öğretmezlerse anne?’ Yüzünde silik bir gülümseme oluştu. ‘Öğretecekler.” Üçüncüyü öğrenemedim, ama ölümün çaresinin olmadığını kızına ikinci kez öğretiyorlar, anne. Soldaki melek gitmişti. Artık ne konuşuyordu, ne de buradaydı. Sağımı görüyordum. Yüzünü kapatmış ağlıyordu. Ama oradaydı, gitmemişti. “İkinci ajanımız, Jeon Jeongguk!” Salondan bir alkış daha yükseldi. Kulaklarım çınladı, gözlerim tekrar kapandı, yutkundum. Gözlerimi açtım, sağıma baktım. Gitmişti. Sağım da pes etmişti. Elimin üzerine bir el kapandı, sıkıca tuttu. Artık biz bizeyiz, der gibi. Bu eli bırakmayacağım gibi, burdayım gibi, sırtını yasla gibi. Ölüme bir adım uzaktaydık. Biz o bir adımı ya birlikte atacaktık, ya da kıpırdamayacakdık. Tuttuğumuz elleri bırakmayacaktık, bırakmazdık. Derin bir nefes aldım, solumla sağımı geride bıraktım. Hayatımı kumar masasına koydum. Griyi geride bıraktım. Siyahla beyaza tutundum. “Vazgeçemeyiz, Jeon.” diye fısıldadım sessizce. “Vazgeçmeyeceğiz, bi’tanem.” diye fısıldadı sessizce. Gülümsedim, gülümsedi. “Yolculuk bu gece, Jeongguk ve Moskolov. Kendinizi hazırlayın, Akademi’yi gurulandırın.” dedi adam. “Çıkabilirsiniz.” Konferans salonu yavaş yavaş boşaltılmaya başlandığında biz de ayaklandık. İkimiz de sakin adımlarla çıkışa doğru ilerlerken ellerimiz birbirini bırakmıyordu. Yanımızdan bir yönetici geçtiği sırada ani gelen bir dürtüyle elimi çekmeye çalıştım ama Jeon elimi bırakmadı. Birkaç dakika önce zaten dip dibe olmamız bile beni şimdi germeye başlamışken onun bu rahatlığı beni öldürüyordu.
“Göreceklerini iki dakika önce görmüşlerdir zaten. Ayrıca iğne atsan yere düşmez bu ortamda. Sence elimize bakacak yeri mi var adamın?” dediği şeyle kafamı kaldırıp adama doğru baktım. Jeon doğru söylüyordu, tek derdi buradan sıvışmak gibi görünüyordu. Yaşını almış yöneticilerden biriydi. 37 yaşındaki görevde 10 yıllık eşini kaybettiğini duymuştum. Şu an 64 yaşındaydı. Ben kendim 27 yaşındaydım dolayısıyla o zaman hakkında bir bilgim yoktu. Ama daha eskilerden duyduğum üzere o zamanlar gülümseyen adam, eşi gittiğinden beri tebessüm bile etmemişti. Ben buraya geldiğimden beri de gerçekten gülümsediğini görmemiştim. Ölüme, ölüme çare bulunamaz. Tam o sırada gerçekten yaşanmasını beklemediğim bir şey oldu. Yönetici, kafasını bizim olduğumuz yere çevirip bana baktı. Sonra bakışları aşağı doğru kayarak kenetlenmiş ellerimizi buldu. Ben dudağımı sertçe ısırırken Jeon elimi bırakmamıştı. Adamın bağırıp çağırmasını bekliyordum. Her duyguyu yaşadığım günümde bir de utançtan ölmeyi falan beklerken o sadece gülümsedi. Ağzım beş karış açılacakken kendimi tuttum. Gözlerim Jeon’a döndüğünde onunda gülümsediğini gördüm. Geldiğimden beri ilk defa gülümsemişti o adam. Yasak aşk yaşayan bir çift sayesinde. Ben buraya 13 yaşımda getirilmiştim. Babam kıdemli bir ajanmış. Annemi hiç sevmemiş. Ama annem onu çok sevmiş. Sonra babam bir görev için biriyle çift rolü yapmak zorunda kalmış. En hızlı seçenek olarak da anneme koşmuş. Annem o zamanlar annesiyle yaşıyormuş. Dedemi 43 yaşında kalp krizinden kaybetmiş annemler. Yani annem 13 yaşından beri babasız, anneannem ise 42 yaşından itibaren dulmuş. Annemin babama aşık olduğu anneannem tarafından bilinirmiş. Annem duygularını ondan hiç saklamamış. Babam böyle bir rol teklifi ile gelince annem buna atlamış. Anneannem vazgeçirmeye çalışınca da dinlememiş. Babam ve annem o gece görev sonrası sarhoş olunca olanlar olmuş. 1 hafta kadar sonra annem bana hamile olduğunu öğrenmiş. Anneannem ise buna dayanamayıp dedem gibi kalp krizinden vefat etmiş. Annem başta beni suçlamış, çok kez düşürmeye çalışmış ama yapamamış. İşin sonunda babamı aramaya çalışmış, bunu başarması 3 ayını almış. Babam hamilelik süreci boyunca annemin ihtiyaçlarını karşılamış. Ben doğunca da bana destek olmuş. Annem her zaman babamın iyi bir eş olmayı başaramadığını ama iyi bir baba olmak için sürekli çabaladığını söylerdi. Sevmediği kadının yanında durmak babama çok ağır gelmiş bir süre sonra. Annemle kavga ettiği bir gece evden çıkmış gitmiş. Annemi o gece aldatmış. Sabah pişmanlıkla kalksa da çok geçmiş. Anneme söylememiş ama aldattığı kadın gelip hamile olduğunu anneme açıklayınca iş biraz karışmış. Sonra kadının yalan söylediği ortaya çıkmış ama annem ihaneti atlatamamış. Babam gittiği görevde de hayatını kaybetmiş. Onların hikayesi yarımmış, hiç tamamlanmamış. Annemin kırgınlığı hiç geçmemiş ama hep mezarına çiçekler koymuş. Annem affedememiş ama kıyamamış. 13 yaşımda beni almak için geldiklerinde annem gözleri dolu dolu göndermişti beni. “Güzelim?” Kafamı kurcalayan düşüncelerin arasında Jeon’un sesiyle ona baktım. Kapının önündeydik. Oda arkadaşı olduğumuz için aynı odadaydık. “İyi misin?” “İyiyim daldım gittim öyle, neyse. Eşyaları hazırlayalım artık.” “Nasıl istersen, canımın içi.” Hafifçe gülümsediğim sırada o da kapıyı açtı. “Hanımefendiler önden,” diyerek kapıyı açtığında kıkırdadım ve içeri girdim. Görevin ne kadar süreceği hakkında bilgim yoktu. O yüzden yataklardan birine oturmuş Jeon’a baktım. Benim ona ‘ee, şimdi ne bok yiyoruz?’ bakışları attığımı görünce sırıttı. “Şimdi şöyle benim güzeller güzeli prensesim,” diyerek yanıma gelip kafasını boynuma gömdü. Minnak öpücüklerini boynuma bırakırken bende gıdıklandığım için kahkaha atmaya başladım. “Jeongguk!” diye bağırınca daha çok gömdü kendini. Ben kaçmaya çalıştıkça o belimdeki kollarını iyice sıkılaştırıyor, beni daha da fazla kısıtlıyordu. Bir süre sonra yavaşça geri çekildiğinde alnımı öptü. “Uzun süreli bir şey değil, gideceğiz ve döneceğiz. Tek günlük aslında. Özel jetle gideceğimiz için bir sırt çantası yapabiliriz istersen. İçine istediğin şeyleri koyarsın, onlar da jette kalır. Olur mu?” “Tamam, olur.” Diye mırıldandım ağzımın içinde. Dolaptan bir sırt çantası çıkardım ve içine ekstra iç çamaşırı, yedek tişört, şort, sütyen, pantolon, tayt, mont ve görev kıyafetlerini attım. Sonra ise ağrı kesici, mide ilaçları, ped, alerji ilaçları gibi basit ihtiyaçları daha minik bir çantaya koydum ve onları da sırt çantasına attım. Jeon da kendi eşyalarını hazırlamıştı. 2-3 saat kadar boş bir zaman vardı. Bende o yüzden yatakları birleştirdim ve kendimi ortasına attım. Bilgisayarımı çıkardım ve ‘Delibal’ı açtım. Sanırım yarın öleceksem şuan bunu izlemek istiyordum. O sırada yanımda bir ağırlık hissedince yanımda yatan Jeon’a doğru kıvrıldım. Birlikte filmi tekrardan izledik, ben bu sefer ağlama krizine girmeden kendimi tuttum. “Sen beni bırakma, tamam mı balım?” Dediğimde bakışları yüzüme indi. Yutkunarak yüzümü inceledi bir süre. Sonra burnuma bir öpücük kondurdu. “Bırakmam,” diye fısıldadı. Bırakmaz mı, diye fısıldadı içimdeki gri. Fakat beyazla siyah bu sesin yankılanmasını engelledi. -ZAMAN ATLAMASI- Jetin Londra’ya inmesine 1 saat kalmıştı. Yolculuk 3 saat civarıydı. Rusya-İngiltere arası saat farkı olarak 3 saatti. Rusya 3 saat ilerideydi. Biz Moskova’dan 23.00’de çıkmıştık. Rusya saatine göre saat 02.00 gibi orada olmalıydık ama saat farkından dolayı İngiltere’ye de 23.00 da varacaktık. Felaket uykum vardı. Gözlerim kapansa bayılacaktım sanki. Yanımda Jeon oturuyordu. Eline bir kitap almıştı. Tüm dikkati de o kitapta gibiydi. Ben esneyip ona doğru kayınca kolunun belime dolandığını hissettim. Kafamı göğsüne yasladığımda burnuma o huzur bulduğum kokusu doldu. Gözlerim istemsizce kapanırken fısıltısını duydum. “Uykun mu geldi?” Diye mırıldandı kulağıma doğru. Kafamı hafifçe aşağı yukarı salladım, o ise beni iyice göğsüne çekti. “Uyu, bi’tanem.” Son duyduğum mırıltısından sonra derin bir uyku beni içine çekti. Gözlerimi tekrar açtığımda bir yataktaydım. Saat 07.00’ı gösteriyordu. Sırtım Jeon’un göğsüne yaslıydı. Ona doğru uyandırmak için döndüğümde kafamı kaldırdım ve kapalı bulmayı beklediğim kahvelerini bana bakarken yakaladım. “Uyanık mıydın?” Kalbim çok hızlı atıyordu. 1. yılımızda değil de ilk birlikte uyuduğumuz zamanki gibiydi. “Uyanmıştım, 15 dakika falan oluyor.” Onaylayan mırıltılar çıkardım. “Hadi bakalım, bizi bekleyen işler var.” Yatakta hafifçe doğrulunca ben de onunla birlikte doğruldum. Lavaboya gidip yüzümü yıkadım, üzerime görev kıyafetlerimi geçirdim ve hafif bir makyaj yaparak saçımı düzelttim. Gerçekten çok gergindim ama bunu yüzüme yansıtmamam gerekiyordu. Derin bir nefes çek içine, yüzünü temizle. Üşüyor musun? Namlunun ucu soğuktur. “Klara! Çıkmamız lazım güzelim.” Jeon’un sesini duymamla aynaya dalmış olan mavilerim kapıyı buldu. Adımlarımı oraya yönlendirip kapıyı açtım ve montumu aldım. “Korkuyorum.” diye fısıldadım. “Ben de,” “Neden?” “Seni kaybedeceğimden,” Son sözüyle birlikte sarsıldığımı hissettim. “Etmeyeceksin.” dedim son kalan gücümle. “Söz verebilir misin?” “Veremem,” veremezdim. “Ama ben seni kaybedeceğime dair yemin edebilirim.” Edebilir misin?
Ağzımı başka bir şey söylemek için açılmadı. Gözlerim onunkiler ile buluşmak için kalktı. Yıkımı gördüm gözlerinde, pişmanlığı gördüm. Beni sevdiği için mi pişmandı? Daha fazla konuşmadık. Sadece çıkmam için otel kapısını açtı. Arabaya bindik ve binaya gittik. Söyleyecek çok şeyimiz vardı, sarılmak için ise arzumuz. Dudaklarımız ilk defa bu kadar birlikte olmamız için yalvarıyordu. Ama biz kıpırdamadık. Çok bağırdık, çığlık attık ama sesimizi birbirimize duyuramadık. Arabadan inip binaya doğru yürüdük. Bizim yeni İngiliz ajanları olduğumuzu düşünüyorlardı. 1 saat kadar binayı gezdirdiler ve etraf hakkında bilgi verdiler. Daha sonrasında gezmemiz için bize zaman verdiler. Etrafı inceliyor olmam gerekiyordu ama ben bir terslik seziyordum. Yerinde olmayan parçalar vardı, kaybolmuş parçalar. Hayır, yerinde olduğunu sandığım ama olmadığını yeni fark ettiğim parçalar. Ne oluyordu, niye her şey yanlış geliyordu ve kusmak istiyordum? Beni buradan çıkmaya iten bir şeyler vardı. Binaya ilk girdiğim an tetiğe basmak için hareketlenmişti silahı tutan kişi. Silahı tutanın yüzü siyahtı, göremiyordum. Belgeleri alacağımız odaya girdiğimiz sırada her şey çok ani oldu. Bir fısıldayış duydum. “Affet.” Etrafımızı, hayır, etrafımı onlarca adam sardı. Beni kollarımdan tuttular. Anne, boğuluyorum. “Rus kadın da buradaymış, ha? Tanışmamızın böyle olmasını pek tercih etmezdim ama fare peynirin üzerindeyken kapanı kapamasak olur muydu hiç?” Gözlerim Jeon’u aradı. Neredeydi? “Boşuna yorma o gözlerini. Aşkından ölüp bittiğin Jeongguk, yani Jungkook seni buraya bizzat getiren kişiydi. Hadi ama, annenin ölümü, öldürülüşü tesadüf müydü sence? Sizin çok kısa bir süre içinde sevgili olmanız, veya aynı anda seçilmeniz? Değildi tesadüf falan, Jeon kendi elleriyle getirdi seni bize.” Bir çığlık koptu boğazımdan, herkes duydu. Bir yardım çığlığı attım, çok sessizdi. Ya da kimse dinlememişti. Jeon pişmandı, benimle sevgili olduğu için değildi ama. Bunu yaptığı içindi. Beni sevmiş miydi? Midem bulanıyordu. Tetiğe basıldı, kurşun sesi duyuldu. İçimdeki tüm insanlık uçtu gitti, ruhum öldü. Ama bedenim oradaydı. Beynimi dağıtması gereken kurşun, kalbimi parçalamıştı. Şimdi fark ediyorum ki, silahı tutan kişi başından beri Jeon Jungkook’du. Kıdemli İngiliz ajanı. Tüm yaralarımı sarmıştı. Ama bunu daha derinlerini açmak için yapmıştı. Açtığı yaralar kapattıklarının yanında küçük kalırdı. O an, iki şey öğrendim. Annemin çaresini bulamadığı üçüncü şey, ihanete uğramış kalpti. İkinci öğrendiğimse, duygu zayıflıktı. Duygu acizlikti. Ben ölmüştüm, ben ölüydüm. Ağlamam şiddetlendikçe kollarımdaki eller sertleşti. “Senin bize gelmenle bilgi edinmeyi planlıyorduk ama Jeon’a her şeyi anlatmışsın zaten. İşimiz bitti.” Kollarımdaki eller gevşedi ve kapı sesi duyuldu. “Söz verebilir miymişsin?” Onun da sesi titriyordu. “Senden nefret edemiyorum, ve bu yüzden kendimden nefret ediyorum.” diye fısıldadım hıçkırıklarımın arasından. “Delibal her zaman zehirdi bi’tanem.” Ve duyulan, kalbimi delen o kurşun, bu sefer bedenimi de öldürmeyi başarmıştı. Delibal zehirdi. SON özür dilerim, sizi seviyorum🤍 ve size küçük bir sır vereyim, onlar başka bir evrende mutlular.
Bu hikayeyi ben çok beğendim, umarım hoşunuza gider.
°Sm/ut yazmıyorum, yazmayı da planlamıyorum.
°İstek almıyorum.
°Eleştiriye açığım.
Yazar: jeonsmoul
Şarkı: Bu Aşk Fazla Sana- Şebnem Ferah
Tarih: 30 Ekim Çarşamba 2024
-Ben çalmadım, siz de çalmayın.
Hikaye;
Karşımdaki insanlara göz gezdiriyor, panikle tırnaklarımı kemiriyordum. Ellerim at kuyruğu yaptığım sarı saçlarıma dolanmış, ucuyla oynuyordu. Buz mavisi gözlerimse karşımda Rusça konuşan adamlardaydı. Stres vücudumu sarmıştı, bayılacak gibiydim. Ben, Klara Moskolov, Rus ajanıydım. Şu an ölmekten korkan bir Rus ajanı. Ölümden korkarken çoktan ölümün yanına koşmuş bir Rus ajanı.
Yaklaşık 9-10 aydır İngiltere’yle ilgili planlar tüm ajanların ağzındaydı. Hatta yöneticilerimiz 6 ay kadar önce gönüllü ajanlardan bir liste yapmış, zamanı geldiğinde seçtikleri ajanlarla göreve gideceklerini belirtmişti. Görev zordu, ölüm tehlikesi ise çok yüksekti. Riskli bir işti, İngilizlerin bizi fark etmemesi gerekiyordu, fark ederlerse biterdik. Girmeyi planladığımız yer Londra’daki devlet binasıydı. Bir dosyayı elimizdeki USB’ye aktarmalıydık. Bir veya iki kişi ile gidileceğinden bahsetmişlerdi. Çok fazla insanla gidilirse daha çok göze çarpardık. Seçilen kişi veya kişilerin kayıtları önceden yapılacak ve başka bir isimle içeri sokulacaktı. Ve ben, 6 ay önce bu listeye adımı yazdırmıştım. Annemin ölüm haberi gelmişti. Annem ölmüştü. Daha doğrusu öldürülmüştü. Ve ben nedenini bile bilmiyordum. Bu da benim çökmeme neden olmuştu. Yaşamın bir anlamı olmadığını düşünerek listeye ismimi vermiştim. Sevgilim Jeon ise beni bu yoldan vazgeçirmek için çok çabalamıştı. Şuan 1. yılımıza girmekte olduğumuz sevgilimle o sırada 6. ayımızdaydık. İşin sonunda ondan gizli ismimi listeye verdiğimde bunu öğrenmiş ve ismini o da listeye vermişti. Bunu yaptığı için ona kızmış ve kendimi suçlamıştım. Sonra ikimizde kabullenmiştik. Ajan Akademisinin büyük konferans salonunda oturmuş, isimlerin açıklanmasını bekliyorduk. Salonun içindeki kimse gülmüyordu, kimsenin yüzünde duygu kırıntısı yoktu. Kural 1: Akademide duygulara yer yok. Duygu zayıflıktır.
Duygu zayıflıktır.
“Sakin olmaya çalışır mısın? Hem kendini hem de beni daha çok umutsuzluğa sokuyorsun, güzelim.”
Jeon yanımda beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Jeon Jeongguk, yarı Rus yarı Alman bir melezdi. Çocukluğunda 4 yılını Almanya’da geçirdikten sonra Rusya’ya taşınmıştı. “Akademiye başka bir Rus akademisinden gelmişti. O geldikten 2 ay sonra sevgili olma kararı almıştık.
“Olabilsem olmaz mıyım? O listeye adımı yazdırdığım günün gecesinin sabahını sikeceğim. Bizi soktuğum duruma bak, gerçekten özür dilerim balım.”
Balım. Birlikte bir Türk filmi olan Delibal’ı izlemiştik. İşin sonunda ben hüngür hüngür ağlasam bile gerçekten güzel bir filmdi. O filmden hemen sonra ona ‘balım’ demeye başlamıştım. Kulağıma ‘bal’ çok güzel gelmişti.
Kafamı ellerimin arasına alarak eğildim. Gözlerimi kapattım ve toparlanmaya çalıştım ama boşaydı, ismim okunduğu an silahın namlusu kafama dayanacak, ben o binadan içeri adımımı attığım an ise bir kurşun sesi yankılanacaktı. Ben düşüncelerimle ayrı bir evrendeyken bir elin nazikçe belimi kavradığını hissetim. Başım beni güvende hissettirecek bir yerle buluştu, Jeon’un göğüsüyle. Başımın üzerinde minik buseler hissettim, dolu gözlerime rağmen tebessüm etmeyi başarabilmiştim. Birkaç dakika öyle kaldıktan sonra mikrofona dokunulup ses kontrolü yapıldığını duydum. Kafamı hafifçe kaldırınca etrafımdaki kollarda gevşemişti. Koltuğa tekrardan yaslandığım an üşümeye başladım. Vücudum resmen bana kalkmamam gerektiğini açıkça söylüyordu. Derin bir nefes alarak kendimi en iyisine inandırmaya çalıştım. Şansın yanımda duracağına inanmak istedim. Her şey iyi olacak, diye fısıldadı sağımdaki melek. Umut kırıntılarıyla yaşıyordu. Solum ise sessizdi, konuşmuyordu. O vazgeçmeyi seçmişti. O umut kırıntıları ile yaşamaya çalışmaktan yorulmuştu. Artık küçük ihtimallere sığınmak istemiyordu. Benim solum, kırıntı ile yaşamaktansa umutsuzca ölmeyi tercih etmişti. Dönüp sağıma tekrar baktım. Meleğimin elleri titriyordu. Korkuyor gibi görünüyordu. Kaybetmekten, o kaybetmekten korkuyordu. İlk defa titriyordu sağım, ilk defa susmuştu solum. Onlar ilk defa yaşamak istiyordu. İlk defa güvenli kollara sığınmak istiyorlardı.
“Değerli Akademi, hoşgeldiniz!” Sahnenin üstünde, kürsünün hemen arkasında duran adam, önünde duran mikrofona doğru bağırdı. Korkuyorum.
“Bugün birçok cesur dostumuzun adını yazdırdığı listemizin açıklanma zamanı. Çok güçlü ajanlarımız vardı. Sicilleri hepsinin bizim tarafımızdan kontrol edildi. En yüksek başarıyı elde edenleri topladık ve kura çektik. Başta sadece 1 kişiydi, fakat sonra 2 kişi seçme kararı aldık ve bir kura daha çekildi. Bu iki ajanımız için yüksek sesli bir alkış almak isterim açıklamadan önce.” Salondan bir alkış koptu. Herkes robottu burda, denileni yaparlardı, sorgulamazlardı. Korkuyorum.
“Birinci ajanımız, Karla Moskolov!” Salon yine alkışladı, kimse dönüp bakmadı. Bir çift göz bana döndü, benim gözlerim kapandı. Soğuk bir şey alnıma bastırıldı. Namlu, silahın namlusu. Üç şeyin çaresini bulamadım, demişti annem. Ölümün çaresi yoktur, güzel kızım, demişti. “Gidenle gidemezsin, ama kalmak da istemezsin. Sevmeyenin çaresini de bulamadım. Sevmeyene sevdiremedim ama sevmekten de vazgeçemedim. Üçüncüyü de öğretecekler, o zaman konuşacağız.’ ‘Ya öğretmezlerse anne?’ Yüzünde silik bir gülümseme oluştu. ‘Öğretecekler.” Üçüncüyü öğrenemedim, ama ölümün çaresinin olmadığını kızına ikinci kez öğretiyorlar, anne. Soldaki melek gitmişti. Artık ne konuşuyordu, ne de buradaydı. Sağımı görüyordum. Yüzünü kapatmış ağlıyordu. Ama oradaydı, gitmemişti.
“İkinci ajanımız, Jeon Jeongguk!” Salondan bir alkış daha yükseldi. Kulaklarım çınladı, gözlerim tekrar kapandı, yutkundum. Gözlerimi açtım, sağıma baktım. Gitmişti. Sağım da pes etmişti. Elimin üzerine bir el kapandı, sıkıca tuttu. Artık biz bizeyiz, der gibi. Bu eli bırakmayacağım gibi, burdayım gibi, sırtını yasla gibi. Ölüme bir adım uzaktaydık. Biz o bir adımı ya birlikte atacaktık, ya da kıpırdamayacakdık. Tuttuğumuz elleri bırakmayacaktık, bırakmazdık. Derin bir nefes aldım, solumla sağımı geride bıraktım. Hayatımı kumar masasına koydum. Griyi geride bıraktım. Siyahla beyaza tutundum.
“Vazgeçemeyiz, Jeon.” diye fısıldadım sessizce.
“Vazgeçmeyeceğiz, bi’tanem.” diye fısıldadı sessizce. Gülümsedim, gülümsedi.
“Yolculuk bu gece, Jeongguk ve Moskolov. Kendinizi hazırlayın, Akademi’yi gurulandırın.” dedi adam. “Çıkabilirsiniz.” Konferans salonu yavaş yavaş boşaltılmaya başlandığında biz de ayaklandık. İkimiz de sakin adımlarla çıkışa doğru ilerlerken ellerimiz birbirini bırakmıyordu. Yanımızdan bir yönetici geçtiği sırada ani gelen bir dürtüyle elimi çekmeye çalıştım ama Jeon elimi bırakmadı. Birkaç dakika önce zaten dip dibe olmamız bile beni şimdi germeye başlamışken onun bu rahatlığı beni öldürüyordu.
“Göreceklerini iki dakika önce görmüşlerdir zaten. Ayrıca iğne atsan yere düşmez bu ortamda. Sence elimize bakacak yeri mi var adamın?” dediği şeyle kafamı kaldırıp adama doğru baktım. Jeon doğru söylüyordu, tek derdi buradan sıvışmak gibi görünüyordu. Yaşını almış yöneticilerden biriydi. 37 yaşındaki görevde 10 yıllık eşini kaybettiğini duymuştum. Şu an 64 yaşındaydı. Ben kendim 27 yaşındaydım dolayısıyla o zaman hakkında bir bilgim yoktu. Ama daha eskilerden duyduğum üzere o zamanlar gülümseyen adam, eşi gittiğinden beri tebessüm bile etmemişti. Ben buraya geldiğimden beri de gerçekten gülümsediğini görmemiştim. Ölüme, ölüme çare bulunamaz.
Tam o sırada gerçekten yaşanmasını beklemediğim bir şey oldu. Yönetici, kafasını bizim olduğumuz yere çevirip bana baktı. Sonra bakışları aşağı doğru kayarak kenetlenmiş ellerimizi buldu. Ben dudağımı sertçe ısırırken Jeon elimi bırakmamıştı. Adamın bağırıp çağırmasını bekliyordum. Her duyguyu yaşadığım günümde bir de utançtan ölmeyi falan beklerken o sadece gülümsedi. Ağzım beş karış açılacakken kendimi tuttum. Gözlerim Jeon’a döndüğünde onunda gülümsediğini gördüm. Geldiğimden beri ilk defa gülümsemişti o adam. Yasak aşk yaşayan bir çift sayesinde. Ben buraya 13 yaşımda getirilmiştim. Babam kıdemli bir ajanmış. Annemi hiç sevmemiş. Ama annem onu çok sevmiş. Sonra babam bir görev için biriyle çift rolü yapmak zorunda kalmış. En hızlı seçenek olarak da anneme koşmuş. Annem o zamanlar annesiyle yaşıyormuş. Dedemi 43 yaşında kalp krizinden kaybetmiş annemler. Yani annem 13 yaşından beri babasız, anneannem ise 42 yaşından itibaren dulmuş. Annemin babama aşık olduğu anneannem tarafından bilinirmiş. Annem duygularını ondan hiç saklamamış. Babam böyle bir rol teklifi ile gelince annem buna atlamış. Anneannem vazgeçirmeye çalışınca da dinlememiş. Babam ve annem o gece görev sonrası sarhoş olunca olanlar olmuş. 1 hafta kadar sonra annem bana hamile olduğunu öğrenmiş. Anneannem ise buna dayanamayıp dedem gibi kalp krizinden vefat etmiş. Annem başta beni suçlamış, çok kez düşürmeye çalışmış ama yapamamış. İşin sonunda babamı aramaya çalışmış, bunu başarması 3 ayını almış. Babam hamilelik süreci boyunca annemin ihtiyaçlarını karşılamış. Ben doğunca da bana destek olmuş. Annem her zaman babamın iyi bir eş olmayı başaramadığını ama iyi bir baba olmak için sürekli çabaladığını söylerdi. Sevmediği kadının yanında durmak babama çok ağır gelmiş bir süre sonra. Annemle kavga ettiği bir gece evden çıkmış gitmiş. Annemi o gece aldatmış. Sabah pişmanlıkla kalksa da çok geçmiş. Anneme söylememiş ama aldattığı kadın gelip hamile olduğunu anneme açıklayınca iş biraz karışmış. Sonra kadının yalan söylediği ortaya çıkmış ama annem ihaneti atlatamamış. Babam gittiği görevde de hayatını kaybetmiş. Onların hikayesi yarımmış, hiç tamamlanmamış. Annemin kırgınlığı hiç geçmemiş ama hep mezarına çiçekler koymuş. Annem affedememiş ama kıyamamış. 13 yaşımda beni almak için geldiklerinde annem gözleri dolu dolu göndermişti beni.
“Güzelim?” Kafamı kurcalayan düşüncelerin arasında Jeon’un sesiyle ona baktım. Kapının önündeydik. Oda arkadaşı olduğumuz için aynı odadaydık. “İyi misin?”
“İyiyim daldım gittim öyle, neyse. Eşyaları hazırlayalım artık.”
“Nasıl istersen, canımın içi.” Hafifçe gülümsediğim sırada o da kapıyı açtı. “Hanımefendiler önden,” diyerek kapıyı açtığında kıkırdadım ve içeri girdim. Görevin ne kadar süreceği hakkında bilgim yoktu. O yüzden yataklardan birine oturmuş Jeon’a baktım. Benim ona ‘ee, şimdi ne bok yiyoruz?’ bakışları attığımı görünce sırıttı.
“Şimdi şöyle benim güzeller güzeli prensesim,” diyerek yanıma gelip kafasını boynuma gömdü. Minnak öpücüklerini boynuma bırakırken bende gıdıklandığım için kahkaha atmaya başladım. “Jeongguk!” diye bağırınca daha çok gömdü kendini. Ben kaçmaya çalıştıkça o belimdeki kollarını iyice sıkılaştırıyor, beni daha da fazla kısıtlıyordu. Bir süre sonra yavaşça geri çekildiğinde alnımı öptü. “Uzun süreli bir şey değil, gideceğiz ve döneceğiz. Tek günlük aslında. Özel jetle gideceğimiz için bir sırt çantası yapabiliriz istersen. İçine istediğin şeyleri koyarsın, onlar da jette kalır. Olur mu?”
“Tamam, olur.” Diye mırıldandım ağzımın içinde. Dolaptan bir sırt çantası çıkardım ve içine ekstra iç çamaşırı, yedek tişört, şort, sütyen, pantolon, tayt, mont ve görev kıyafetlerini attım. Sonra ise ağrı kesici, mide ilaçları, ped, alerji ilaçları gibi basit ihtiyaçları daha minik bir çantaya koydum ve onları da sırt çantasına attım. Jeon da kendi eşyalarını hazırlamıştı. 2-3 saat kadar boş bir zaman vardı. Bende o yüzden yatakları birleştirdim ve kendimi ortasına attım. Bilgisayarımı çıkardım ve ‘Delibal’ı açtım. Sanırım yarın öleceksem şuan bunu izlemek istiyordum. O sırada yanımda bir ağırlık hissedince yanımda yatan Jeon’a doğru kıvrıldım. Birlikte filmi tekrardan izledik, ben bu sefer ağlama krizine girmeden kendimi tuttum.
“Sen beni bırakma, tamam mı balım?” Dediğimde bakışları yüzüme indi. Yutkunarak yüzümü inceledi bir süre. Sonra burnuma bir öpücük kondurdu. “Bırakmam,” diye fısıldadı. Bırakmaz mı, diye fısıldadı içimdeki gri. Fakat beyazla siyah bu sesin yankılanmasını engelledi.
-ZAMAN ATLAMASI-
Jetin Londra’ya inmesine 1 saat kalmıştı. Yolculuk 3 saat civarıydı. Rusya-İngiltere arası saat farkı olarak 3 saatti. Rusya 3 saat ilerideydi. Biz Moskova’dan 23.00’de çıkmıştık. Rusya saatine göre saat 02.00 gibi orada olmalıydık ama saat farkından dolayı İngiltere’ye de 23.00 da varacaktık. Felaket uykum vardı. Gözlerim kapansa bayılacaktım sanki. Yanımda Jeon oturuyordu. Eline bir kitap almıştı. Tüm dikkati de o kitapta gibiydi. Ben esneyip ona doğru kayınca kolunun belime dolandığını hissettim. Kafamı göğsüne yasladığımda burnuma o huzur bulduğum kokusu doldu. Gözlerim istemsizce kapanırken fısıltısını duydum. “Uykun mu geldi?” Diye mırıldandı kulağıma doğru. Kafamı hafifçe aşağı yukarı salladım, o ise beni iyice göğsüne çekti. “Uyu, bi’tanem.” Son duyduğum mırıltısından sonra derin bir uyku beni içine çekti.
Gözlerimi tekrar açtığımda bir yataktaydım. Saat 07.00’ı gösteriyordu. Sırtım Jeon’un göğsüne yaslıydı. Ona doğru uyandırmak için döndüğümde kafamı kaldırdım ve kapalı bulmayı beklediğim kahvelerini bana bakarken yakaladım. “Uyanık mıydın?” Kalbim çok hızlı atıyordu. 1. yılımızda değil de ilk birlikte uyuduğumuz zamanki gibiydi. “Uyanmıştım, 15 dakika falan oluyor.” Onaylayan mırıltılar çıkardım. “Hadi bakalım, bizi bekleyen işler var.” Yatakta hafifçe doğrulunca ben de onunla birlikte doğruldum. Lavaboya gidip yüzümü yıkadım, üzerime görev kıyafetlerimi geçirdim ve hafif bir makyaj yaparak saçımı düzelttim. Gerçekten çok gergindim ama bunu yüzüme yansıtmamam gerekiyordu.
Derin bir nefes çek içine, yüzünü temizle. Üşüyor musun? Namlunun ucu soğuktur.
“Klara! Çıkmamız lazım güzelim.” Jeon’un sesini duymamla aynaya dalmış olan mavilerim kapıyı buldu. Adımlarımı oraya yönlendirip kapıyı açtım ve montumu aldım. “Korkuyorum.” diye fısıldadım.
“Ben de,”
“Neden?”
“Seni kaybedeceğimden,”
Son sözüyle birlikte sarsıldığımı hissettim. “Etmeyeceksin.” dedim son kalan gücümle.
“Söz verebilir misin?”
“Veremem,” veremezdim.
“Ama ben seni kaybedeceğime dair yemin edebilirim.” Edebilir misin?
Ağzımı başka bir şey söylemek için açılmadı. Gözlerim onunkiler ile buluşmak için kalktı. Yıkımı gördüm gözlerinde, pişmanlığı gördüm. Beni sevdiği için mi pişmandı? Daha fazla konuşmadık. Sadece çıkmam için otel kapısını açtı. Arabaya bindik ve binaya gittik. Söyleyecek çok şeyimiz vardı, sarılmak için ise arzumuz. Dudaklarımız ilk defa bu kadar birlikte olmamız için yalvarıyordu. Ama biz kıpırdamadık. Çok bağırdık, çığlık attık ama sesimizi birbirimize duyuramadık.
Arabadan inip binaya doğru yürüdük. Bizim yeni İngiliz ajanları olduğumuzu düşünüyorlardı. 1 saat kadar binayı gezdirdiler ve etraf hakkında bilgi verdiler. Daha sonrasında gezmemiz için bize zaman verdiler. Etrafı inceliyor olmam gerekiyordu ama ben bir terslik seziyordum. Yerinde olmayan parçalar vardı, kaybolmuş parçalar. Hayır, yerinde olduğunu sandığım ama olmadığını yeni fark ettiğim parçalar. Ne oluyordu, niye her şey yanlış geliyordu ve kusmak istiyordum? Beni buradan çıkmaya iten bir şeyler vardı. Binaya ilk girdiğim an tetiğe basmak için hareketlenmişti silahı tutan kişi. Silahı tutanın yüzü siyahtı, göremiyordum.
Belgeleri alacağımız odaya girdiğimiz sırada her şey çok ani oldu. Bir fısıldayış duydum. “Affet.”
Etrafımızı, hayır, etrafımı onlarca adam sardı. Beni kollarımdan tuttular.
Anne, boğuluyorum.
“Rus kadın da buradaymış, ha? Tanışmamızın böyle olmasını pek tercih etmezdim ama fare peynirin üzerindeyken kapanı kapamasak olur muydu hiç?” Gözlerim Jeon’u aradı. Neredeydi?
“Boşuna yorma o gözlerini. Aşkından ölüp bittiğin Jeongguk, yani Jungkook seni buraya bizzat getiren kişiydi. Hadi ama, annenin ölümü, öldürülüşü tesadüf müydü sence? Sizin çok kısa bir süre içinde sevgili olmanız, veya aynı anda seçilmeniz? Değildi tesadüf falan, Jeon kendi elleriyle getirdi seni bize.”
Bir çığlık koptu boğazımdan, herkes duydu. Bir yardım çığlığı attım, çok sessizdi. Ya da kimse dinlememişti. Jeon pişmandı, benimle sevgili olduğu için değildi ama. Bunu yaptığı içindi. Beni sevmiş miydi? Midem bulanıyordu. Tetiğe basıldı, kurşun sesi duyuldu. İçimdeki tüm insanlık uçtu gitti, ruhum öldü. Ama bedenim oradaydı. Beynimi dağıtması gereken kurşun, kalbimi parçalamıştı. Şimdi fark ediyorum ki, silahı tutan kişi başından beri Jeon Jungkook’du. Kıdemli İngiliz ajanı. Tüm yaralarımı sarmıştı. Ama bunu daha derinlerini açmak için yapmıştı. Açtığı yaralar kapattıklarının yanında küçük kalırdı. O an, iki şey öğrendim. Annemin çaresini bulamadığı üçüncü şey, ihanete uğramış kalpti. İkinci öğrendiğimse, duygu zayıflıktı. Duygu acizlikti. Ben ölmüştüm, ben ölüydüm.
Ağlamam şiddetlendikçe kollarımdaki eller sertleşti. “Senin bize gelmenle bilgi edinmeyi planlıyorduk ama Jeon’a her şeyi anlatmışsın zaten. İşimiz bitti.” Kollarımdaki eller gevşedi ve kapı sesi duyuldu.
“Söz verebilir miymişsin?” Onun da sesi titriyordu.
“Senden nefret edemiyorum, ve bu yüzden kendimden nefret ediyorum.” diye fısıldadım hıçkırıklarımın arasından.
“Delibal her zaman zehirdi bi’tanem.”
Ve duyulan, kalbimi delen o kurşun, bu sefer bedenimi de öldürmeyi başarmıştı. Delibal zehirdi.
SON
özür dilerim, sizi seviyorum🤍
ve size küçük bir sır vereyim, onlar başka bir evrende mutlular.
Yaa en başında hissetmiştim bir şeyler olacağını 😢
en basindan planliydi cunku🥹
Çok güzel olmuş tatlım
tesekkurlerrr❤
Ay cok guzel olmussssssss
@@MoonFlower542 tesekkurlerrr💕💕
@jeons_moul 💝💝
İlkkkk
❤❤